3 Ağustos 2010 Salı

Hayatı Sorgulamak

hücre. bir tek hücre. gözle görülemeyecek kadar küçük bir şey. neler yapabileceğini gerçekten kim bilebilir...

tüm hikaye onunla başlıyor aslında; yalnızlıktan sıkılan küçücük bir hücre ile... ''yeter artık, yalnız kalmamalıyım.'' diye hayıflanıyor kendi kendine ve bu durumu düzeltmek için bir şeyler yapmak istiyor. ardından da, eyleme koyuluyor. ilk adımı belli oluyor ansızın; mitoz bölünme.

vakit kaybetmeden, bir tane daha yapıyor kendinden ve iki tane oluyor. iki hücre olduktan sonra da olayın pek bir farkı olmuyor aslında. iki hücre de olsa, meydandaki hücre aynı, mantığı aynı... tek bi' bildiği var. o da kendi içinde yalnız olduğu gerçeği... kendi dışında olanları farketmeyip yalnız olduğunu sanan bu iki hücre de yine çıkış yolunu kendini eşlemekte buluyor ve başlıyor onlar da çoğalmaya... iki, dört sekiz, onaltı, otuziki,... derken sayılar birbirini kovalıyor. sürekli bir önceki sayının iki katı şeklinde büyüyor ve genişliyorlar. durdurulmaz bir hal aldığında içlerinden bir hücre olayın farkına varıyor. ''durun!'' diyor ve hepsi o anda bölünmeyi kesiyorlar. ''neden biz bir araya gelmiyoruz ve yalnızlığımızı gidermiyoruz?'' diye soruyor. tüm hücreler çok sevinmiş bir şekilde bu mantıklı isteği geri çevirmiyorlar ve yavaş yavaş bir araya gelmeye başlıyorlar.

bir araya gelerek ilk önce bir morula oluşturuyorlar. hemen ardından blastula ve çok geçmeden gastrula... nasıl dayanışma içinde olduklarına kendileri bile inanamıyorlar ama oluyor işte. aniden, istemli veya istemsizce... sadece oluyor ve devam ediyor. devam ettikçe de birbirini tetikliyor.

başlangıçta sadece bir tane olan o hücre, artık akıllanmaya başlıyor. çünkü yalnız değil. ''hadi sarılalım sıkı sıkı!'' diyor içlerinden birisi ve sarılıyorlar iyice, hiç kopmayacakmış gibi... dokuları meydana getiriyorlar. dokular da bir araya geliyor ve organları oluşturuyorlar. henüz daha farkında bile olmadıkları bilinçleri sayesinde yapıyorlar bunları. iş bölümünü... çünkü her biri farklı bir göreve sahip organlar oluveriyorlar. yetmiyor tabi ki. organlar da bir araya geliyor, sistemleri oluşturuyor ve en sonunda altın vuruş geliyor... sistemler de bir araya gelip organizma şeklini alıyor yani; insan vücudunu ihya ediyorlar...

...

kaç gündür düzgün bir uyku çekememişti. her zamanki gibi soğuktan buz kesmiş mağaranın duvarlarındaki ideogramlar, yerdeki üst üste yığılmış odun parçalarının arasından yükselen ateşle bir görünüp bir kayboluyordu gözden. bundan dolayı alevin duvarlarda oluşturduğu o loş ışık bile gözlerini etkiliyordu. zaten tedirgin bir bekleyiş de vardı üzerinde. gözlerini kapatıp bir an için kestirmek istiyordu ama yapamadı; çünkü eşinin mağarada yankı yapan çığlıklarını işitmişti tam o anda. kulaklarını kapatmak zorunda kaldı. bu nasıl bir gürültüydü böyle? hemen dikkatini eşine verdi ve ne olduğunu anlamaya çalıştı. baktı, baktı ve dinledi. olayı kavradığında, hemen yerde acılar içinde kıvranan eşinin yanına koşup bacaklarının arasına dikkatlice ellerini soktu. daha önce de görmüştü bunu. ne olduğunu çok iyi biliyordu. dakikalarca eşinin çığlıklarına dayanıp, o şeyi çıkartmaya çalışıyordu geldiği yerden. çekti, çekti ve bir kaç dakika sonunda amacına ulaştı. tamamen dışarı çıkmıştı...

''ingaaaaa'' diye bir feryat sesi yankılanıyordu şimdi mağaranın duvarlarında. ''o'' gelmişti dünya'ya; insan vücudunda ihya olmuş, o hücre. tek yapabildiği şeyi yapıyordu, ilk olarak; ağlamak... çünkü o eskiden yüzdüğü suyun içini seviyordu. ayrılmak istemiyordu oradan. ama çekip çıkardıklarında onu farklı bir ortama geçmişti. algılayamayacağı kadar devasa bir ortama, evrenin içine düşmüştü ve artık nefes alıyordu. daha önce hiç yapmadığı bir şeydi bu. ciğerleri havayla dolduğundan dolayı da çok ürkmüştü. tek yapabildiği şeyi tekrarlıyordu alışana kadar. ağlamak, içindeki bu yeni ortama alışma korkusu geçene kadar ağlamak...

alışmak çok uzun sürmemişti. algılayamasa bile, görüyor ve duyuyordu. bir de sıcaklık hissediyordu, nedenini bilmeden karşısında duran iki kişiye karşı. onu sıcak tutup besledikleri içindi belki de bu. izliyordu onları, sürekli ağızlarının oynadığını görüyordu ve o anda da kulaklarında bir şeyler duyuyordu. ama anlayamıyordu ne olduğunu. o ağzını tek oynattığı anda sıvı emiyordu çünkü vücuduna...

ağzı boş kaldığı bir zaman, ağzını oynatmayı denedi. ''agu'', ''gugu'' gibi kelimeler çıkartmaya başlamıştı ilk önce. tabi, zaman ilerliyordu durmaksızın. haftalar geçmişti dünya'ya gözlerini açalı. artık anlayabiliyordu konuşmaları. ...ve dayanamadı; ilk ''gerçek'' kelimesini söyledi; ''baba'' ve takriben ''anne''...

kendisinin bunu nasıl yaptığını dahi bilmeden başardığı bu şeyi gülerek karşılıyordu. galiba taklit yeteneği çok gelişmişti. her gördüğü şeyi yapmaya çalıştı daha sonraki haftalarda. yavaş yavaş emeklemelere başladı derken, iki ayağı üzerinde durup, düşmelere geçmişti olay...

yıllar geldi, yıllar geçti... artık bilinci yerine gelmişti ve yıllardır görüp anladığı şeyleri yapıyordu ustalıkla. kalın mamut derisinden giysisini giydi üzerine ve akşam mağaraya dönerken yemek için bir şeyler avlaması ve onu mağarada bekleyen ailesini doyurması gerektiğini çok iyi biliyordu çünkü bu onun yaşamıydı.

sarp kayalıkların arasında, karları eze eze ilerlerken itinayla yaptıkları mızraklarıyla, o ve arkadaşları koca mamutunun dar geçitten geçişini izliyorlardı, vadinin tepesinden. bir anda, aralarından birisi ayyuka çıkarak ''hadi, bana yardım edin şu kayayı onun üzerine atalım ve hemen öldürelim.'' dedi. direkt olarak birbirlerine destek veren insanlar o kayayı itti ve vadinin aşağısındaki geçitten geçen devasa hayvanı yere sermeyi başardılar. hemen aşağıya inip hunharca parçaladılar etlerini ve yemek bulabildikleri için evlerine mutlu mesut bir şekilde gittiler.

yılları böyle geçiyordu. artık bir şey yapmaları gerekiyordu... ufak tefek icatlar yapmaya başlamışlardı. duvarlar yer kalmayacak kadar ideogramlarla dolmuştu. aralarından bir tanesinin yonttuğu şeyi çok değişik bulmuşlardı. nasıl başardığını bilemiyorladı ama o kadar yuvarlak oyulmuş bir taş daha önce görmemişlerdi. hepsi meraklı gözlerle onun ne olduğunu çözmeye çalışırken, yuvarlak taşı yapan insan onu destekleyen takoz parçalarını altından çekti ve yuvarlana yuvarlana eğimli arazi de taşın aşağıya kadar gidip ardından devrilmesini izlediler. şaşkınlık nidaları yükseldi hep bir ağızdan, binlerce yıl sonra o taşın anlamı daha da değerlenecekti ama zamanı şimdi değildi... sisle kaplı dağların arasından hafif bir şekilde görünen tüberreki gören insanların mağaralarına çekilme vakti gelmişti. onlarda öyle yaptı ve yeni bir güne uyanmadan önce güzel bir uyku çekmek için teker teker mağaralarına çekildiler.

...

''ü ürü üüüüüüü'' güneşin doğdunu gören horoz hiç beklemeden bağırıyordu avazı çıktığı kadar... kerpiç duvarlar ardından duyduğu bu sese hemen kulak kesilmiş ve uyanmıştı. ''günaydın!'' diyerek uyandırdı eşini ve hemen tarlayı sürmek için kapıdan dışarı çıktı. eline aldığı tırmıkla düz bir şekilde sürüyordu tarlayı. bir yandan da aklına ne zorluklarla bu göl kenarında yaşamaya başladıklarını anımsadı. dedelerinden dinlediği hikayeler hep şaşırtmıştı onu.

yıllar yıllar önce şimdi üzerinde durduğu bu toprakların donmuş olduğunu düşündü ve içini her zamanki gibi bir üşüme kapladı. ''vay be, ne kadar da şanslıymışım.'' diye mırıldandı ve kırmızı kırmızı olmuş çileklerini toplamaya koyuldu.

10 dakika sonra, karşı evden çıkan bir insan; ''günaydın komşu!'' diyerek ona seslendi. ''teşekkür ederim, sana da!'' diye karşılık verirken hafifçe tebessüm etti ve ardından evine geri dönmek için yola koyuldu.

aradan bir kaç yıl geçtiğinde, her geçen gün artan kalabalığı gördükçe garipsiyordu durumu. tanıdık yüzler kalmıyordu etrafta. kim, kimdir çıkartamıyordu. baktığı her yerde toplu şekilde eğlenen ve bir şeylerle uğraşan insanlar görüyordu. durum çok çabuk değişiyordu, insanlar değişiyordu...

yerleşik hayata geçiş evrelerine başarıyla uyum sağladıklarını anladığı gün hayata gözlerini yummuştu.

...

''ingaaaaaaaa'' ve yine başlıyordu...

''bu bir erkek yüce kralım, gelecekte bir varisiniz olacak sonunda.'' dedi; elinde keops'un yeni doğmuş oğlunu tutarken. ardından kralını memnun etmek adına aklına güzel bir şeyler geldi ve hemen uygulamaya koyuldu. sesini yükselterek emirler yağdırmaya başladı. ''muhafızlar! keops'un oğlunun şerefine 40 gün 40 gece içkili eğlence düzenlensin hemen hazırlıklara başlamaları için gerekli kişilere haber yollanmasını sağlayın... bu arada, köleleri bu süre zarfında azad edin, eğlenceler bittiğinde en yakın zamanda o piramiti bitirmeleri gerekiyor. bir de daha çok kireçtaşı isteyin tüccarlardan, elimizdekiler piramiti tamamlamaya yetmeyebilir.'' sözünü bitirmesinin ardından tekrar vezirlik görevlerini yerine getirmek adına işine dönmeden önce, son bir kez balkona çıkıp nil nehrinin yanında yükselen, kızgın güneşin altında parıldayan yapıya baktı. ''bunu nasıl yapabiliyoruz?'' diye iç geçirdikten sonra, piramit tamamlandıklarında uygarlıklarının ne kadar güçlü olabileceğini düşündü ve yüzünde bir tebessüm oluştu.

...

geniş dağlık alanlarla kaplı bir bölgeydi burası, ucu bucağı görünmüyordu... başladıkları bu yapıyı ne yapıp, ne edip bitirmeleri gerekiyordu. tüm çalışanlar bunun farkındaydı ve canla, başla çalışıyorlardı. neredeyse dörtte üçü bitmiş de olsa, hala daha tamamlanmış olmaması bile içlerindeki korkuyu tetikliyordu. nasıl bir düşmanla karşı karşıya kaldıklarını çok iyi biliyorlardı. onlar, göçebe bir halktı ve sürekli yer değiştiriyorlardı. gittikleri yerde de dominant olabilme gibi bir özellikleri vardı; adeta karşı konulamaz bir tek vücut olabiliyorlardı. bu yapıyı yapmadan önce onların içlerinde kargaşa yaratmaya çalışmış ve biraz başarıya kavuşmuş da olsalar yine de tam olarak durduramıyorlardı onları. tüm umutları bu yapıydı o yüzden.

...ve sonunda son taşı koyup yapıyı bitirdikleri gün gelip çatmıştı. kendilerine inanamıyorlardı. 6000 kilometre set çekmişlerdi topraklarının kuzey ve kuzeybatı sınırına, artık çin halkı tamamiyle güvendeydi.

gelecekte dünya'nın bu yapıyı konuşacaklarının farkında değillerdi elbette. hele de yaptıkları bu ''seddin'' uzaydan dahi görülebildiğini bilselerdi kendileriyle gurur duyarlardı; ama bunu görmeleri için bi' 2000 yıl(cık) daha hayatta olmaları gerekiyordu...

...

platon, yüksek bir dağın yamacındaki bembeyaz sütunlarla çevrelenmiş akademisinin kapısına ''geometri bilmeyen bu kapıdan giremez!'' yazarken antik mısırdaki geçmiş insanları anıyordu, farkında bile olmadan. bu yazının anlamını çok iyi biliyordu. o ve arkadaşları, hayatı anlamlandırmaya çalışan kişilerdi; geometri, matematik, astronomi,... sürekli düşünüp bir şeyler üzerinde uğraşıyorlardı. bu yüzden de, diğer insanların da onlara özenmesi ve ufuklarını genişletmeleri gerektiğinin farkındalardı. onların meraklarına yenik düşüp kapıdan geçmek istemeleri için de böyle bir ''yazı'' düşünmüşlerdi. olayı daha da cazip hale getirmek için de yasak koyuyorlardı. çünkü insaonğlunun içinde vardı yasakları çiğnemek... belki de işe yarayacaktı. ama şu an gelecekte daha başlarına neler gelebileceğinin pek de bilmiyorlardı. tek bildikleri hayatı anlamlandırabilmekti...


henüz üç dört asır geçti-geçmedi platon'un ölümü üzerinden, her yer çoktan değişmeye başlamıştı. akademinin bir kaç kilometre ilerisindeki boş arazide jül cesar kafasındaki yeşil yapraklarla bezenmiş tacını düzeltirken, ucu bucağı görünmeyen kırmızı zırhlar içindeki ordusunu gördüğünde başı göğe ermişti bir kez daha. ordusunu, disiplini ve savaş arzularını çok seviyordu, ya da tek sevdiği güçtü. aslında, bilemiyordu tam olarak onu neyin bu kadar içini kıpır kıpır ettirdiğini ama yine de savaşmayı ve yeni yerler ele geçirmeyi seviyordu. koskoca bir imparatorluk kurma hayali onu bugünlere kadar getirmişti.

üzerinde kendi resminin bulunduğu madeni parayı cebinden çıkardı. usulca eline alıp, başparmağı üzerine koydu ve havaya fırlattı. para döndü, döndü, döndü ve sonunda eline tekrar düştüğünde kendi resmini gördü, cesar. vakit gelmişti. diğer elindeki kılıcını havaya kaldırıp ''saldırın!'' işaretini verdikten sonra ordusunu izlemeye başladı; yeni zaferlere aç bir şekilde bekleyerek...

...

roma imparatorluğu parlak dönemlerini yaşadığı sıralarda, daha pangea, gondvana ve laurasia'ya bölünmeden önceki zamanlarda dünya'nın batısına yerleşmiş olan garip halk, her zamanki gibi gökyüzünü inceleyip hesaplar yapıyorlardı seri bir şekilde. yıldızlar bakıyor onlara anlamlar yüklüyor, resimlerini çizip günbegün değişmelerini izliyorlardı.

ertesi gün, her bir köşesi doksanbir basamaktan oluşmuş devasa kukulkan piramidinin en üst basamağına koydukları blok taş ile de yapıyı tamamlamışlardı. tam hesapladıkları gibi olmuştu. dört köşe, doksanbir basamak ve son blok. ''4x91 1=365 basamak...'' bir yılı daha güzel nasıl simgeleyebilirlerdi ki. tüm halk, bu dev yapıya huşu içinde bakarken, bir tanesi bugünü kayıtlara geçmek için daha önce yaptıkları maya takvimine bakmaya gitti.

takvimin olduğu yere vardığında güne ve aya dikkatlice baktı, en sonda da yıla... on binlerce yılı dahi kendilerine hesaplatabilen bu yuvarlak şaheseri hala daha nasıl yapabildiklerini merak ediyordu. vakit kaybetmeden piramitin kayıtını tamamladı ve kukulkan pramitini onlara yaptıran göklerin yücesi olan güneşe adak adama ritüeline gitmek için yola koyuldu.

...

ritüeller dünya'nın her yerinde farklı amaçlarda yapılsa da, birbirlerinden haberleri dahi olmayan yüzbinlerce insan, o gece farklı amaçlarla ritüellerini gerçekleştiriyorlardı. mayalar güneş'e feda ettikleri kurbanlarını sunağın üzerine koymuş, etrafında bir daire oluşturmuş, özel sözcükler mırıldanırken... dünya'nın diğer ucunda, kahverengi vücutlarını ganj nehri'nin soğuk sularına bırakan bir çok hintli kendilerini kötülükten arındırmaya çalışıyorlardı. namus, şeref ve ibadet onların vazgeçilmezi olduğu için de, alınlarından eksik etmedikleri kırmızı yuvarlak noktalarını, ritüellerini tamamlar tamamlamaz tekrar yapıyorlardı alınlarına. artık alışagelmiş bir şeydi bu onlar için; zamanla gelenekleri haline de gelecekti zaten ve yüzyıllar geçse dahi yine de yapacaklardı bu olayı...

...

çin seddi'nin yapılması üzerinden bin yılı aşkın bir süre geçmiş ve o seddin duvarlarını aşamayan ''göçebe halk'' sürekli batıya doğru ilerlemişti. sonunda da tam istedikleri gibi toprakların üzerine geldiklerini farkettiler. ''burası bizim evimizmiş meğersem.'' dedi aralarından bir tanesi. ''bu topraklar için savaşmalıyız karşımıza kim gelirse gelsin.'' dedi aralarından sözü dinlenen bir tanesi. hepsi hazırlıklarını yaptı ve ertesi gün yapacakları savaşa hazırlanmaya başladılar...

tarih; 26 ağustos 1071'i gösterdiğinde görkemli ordu savaşa hazırdı ve atları, kılıçları, okları, yürekleri,... kısaca her şeyleriyle hiç durmadan anadolu topraklarının içlerine doğru ilerlediler. önlerine gelen tüm bizans ordularını teker teker mağlup edip istediklerini alıyorlardı. çok çetin çarpışmalar sonrasında büyük bir zafere imza atmayı başarmışlardı...

malazgirt'te başlattıkları bu savaşın üzerinden 382 yıl geçtiğinde, vatanları saydıkları bu topraklara çoktan adapte olmuş ve yayılmışlardı.

bir zamanların muhteşem imparatorluğunu kuran  jül cesar'ın hükmettiği o geniş toprakların en güzel şehirlerinden birisi olan ''constantinapolis'', şimdilerde roma imparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra doğuda kalan kısmının son şehriydi.

constantinapolis'te yaşayan tüm halk, grejuva ateşlerini hazırlamış, osmanlı devletinin saldırısının başlamasını bekliyorlardı. bu kuşatmanın da daha öncekiler gibi olmasını ve onları mağlup etmek istiyorlardı.

surların üzerindeki gözetmen askerler aralarında konuşurken; ''20 yaşındaki osmanlı padişahı - fatih sultan mehmet - nasıl bir cesaretle devasa surlarla çevrili bir şehri ele geçirebileceğini düşünür ki?!'' diye birbirlerine söylenip gülüyorlardı... ve o anda hiç görmedikleri siyah bir cisimin üzerlerine geldiklerini farkettiller.

- bu bir kuş.
-- hayır, bu bir taş.
- hayır bu... bu bir gülle...
-- eğil!..

''çat'' sesinin ardından, constantinopolis'in devasa surlarına çarpan koca top güllesi, çarptığı bölgedeki gözetmen kulesinin üst kısmını tarumar etmişti. gözetmen askerlerden birisi ''bu sefer işimiz bitti, ne grejuva, ne de bu surlar bizi kurtarabilir.'' dediğinde artık son nefesini veriyordu...

...

constantinopolis, bir çağı kapatıp diğer bir çağı açan, fatih sultan mehmet'in müthiş icadı şahilerin yardımıyla alınmış, üzerinden neredeyse bir asır geçmişti ki; avrupa halkları bu seferde, '' suleiman the magnificent'' diye lakap taktıkları kanuni sultan süleyman'ın yarattığı korkuyu içlerinde en derinden yaşıyorlardı. kanuni'nin viyana'yı kuşatıp alamamış olması bile onları bu korkularından kurtulmalarına yardımcı olmuyordu.

bir yandan kanuni'nin empoze ettiği korku zaten yüreklerinde yer etmişken, diğer bir yandan da kilisenin yaptığı aşırı baskı eşliğindeki avrupa, şu ana kadar gelmiş geçmiş en karanlık yıllarını yaşıyordu. skolastik düşüncenin hakim olduğu kiliselerin rahipleri, ülkelerinin tek güçleriydi ve her şey onların elindeydi. onlar, bir sözleriyle istediklerini aforoz edebilir, endülüjans yetkilerince insanların o ana kadarki tüm günahlarını silebilir, diğer bir sözleriyle de insanları savaşa gönderebilirlerdi; hem de onlara cennetten arsa vereceklerini söyleyerek(!) ve bol bol zenginlikler vaat ederek...

insanlar böyle kandırılmışlıklar içerisinde yaşayıp giderken, bir yandan da içlerindeki yaratıcılıklarını ve sanatsal kişiliklerini dışa vurmaya başlamışlardı. bir kaç yıl içerisinde avrupa'da ressamlık, bilim ve mimari gibi alanlarda olağanüstü şekilde bir aydınlanma yaşanıp, rönesans hareketleri başladığında; mahkemeler bile kilisenin emrindeydi hala daha. ne kadar büyük hatalı kararlar verdiklerini bilmeden, engizisyon mahkemelerinde binlerce insanı istedikleri şekilde yargılıyorlardı. bu hatalarından en büyüğünü de muhtemelen dönemin en büyük bilim insanlarından birine karşı vermişlerdi. astronomi, matematik vb. dallarda yaptığı araştırmalarda bir çok kitap çıkartan ve keşfettiği yeni ve çarpıcı galaktik objeleri insanlara tanıtan galilei galileo, son olarak '' dünya yuvarlaktır.'' dediğinde kendi ölümüne ne kadar yaklaştığını hayal bile edememişti...

...

her şey birbirini tetikliyordu elbette, etrafındaki yenilik ve güzellikleri gören kutsal roma germen imparatorluğu'nun rahibi martin luther, diğer din adamları gibi topluma yaptığı ''din baskısını''nın ne kadar aşırı bir şekilde olduğunu farkedip kendi çapında zihinsel bir aydınlama yaşadığında hiç bir şey için geç olmadığını da anlamıştı. bu yüzden bir şeyler yapmalıydı ve ona destek veren on binlerce insanı da peşine takıp kendi kendini yalanlarmışçasına kiliselere karşı ayaklanmalar başlattı.

bir süre sonra başlattığı ayaklanmalar reform hareketlerinin öncüsü oldu. reform ile gelen insanlardaki bu büyük aydınlanma; yıllardır karanlık çağın esiri olan avrupa için ve henüz sınırları net olarak bilinmeyen dünya için büyük bir adımdı.

...

şüphesiz ki; galileo ''dünya yuvarlaktır.'' dediğinde pek de haksız sayılmazdı. bunu öğrenmenin bir tek yolu vardı. gerçekliğini araştırmak ve görmek...

denizlerde o dönemde çok önemli başarılara imza atmış ferdinand macellan; maceracı ruhu ve araştırmacı kişiliği ile galileo'nun engizisyon mahkemesinde söylediği ''dünya yuvarlaktır.'' sözünün gerçekliğini araştırma isteğini yıllardır aklından çıkarmamıştı. ''galileo nasıl bu kadar emin olabilir?'' diye, kendi kendine düşünüp duruyordu uzun zamandır. sonunda içindeki bu ukdeyi artık ukdelikten çıkarmaya karar vermişti. portekiz ve ispanya krallarından bu uğrunda ona yardımcı olacak kişiler istedi. bir kaç kişi onunla gitmeye gönüllü olduğunda, kendi ekibini de yanına alan macellan engin denizlerde yola koyuldu.

güney amerika'nın en güney kısmından geçerlerken farkettiği yeni boğaza kendi adını koydu. hala daha dünya'nın yuvarlaklığından emin olmak istiyordu. günler gelip, günler geçtiğinde... filipinler, hindistan, ümit burnu, vb. yerler derken macellan ve donanması tekrar ispanya'ya geri dönmeyi başarmışlardı. ...ve bu sayede galileo'nun haklı olduğu kanıtlanmıştı.

insanlar bu olaydan sonra, şu an için doğru kabul ettikleri gerçeklerin aslında öyle olmayabileceğini anladıklarında gerçekten de şaşkına dönmüşlerdi...

dünya'nın yuvarlak olması avrupa'lı halkların çok işine gelmişti. eğer dünya yuvarlaksa, ticari malları baharat ve ipek yolu üzerinden osmanlı imparatorluğundan değil de, direkt olarak kendileri ilk elden satın alacaklardı. bunun için de gemilerle batıya doğru yol almaları ve tekrar hindistan'a varmaları yeterliydi. bunun üzerine kristof kolomb donanmasını toplayıp yola koyuldu. yeni yerler keşfettiğini ve bunların hindistan'ın adaları olduğunu söyledi. bir kaç sefer buralara gitti geldi ama amerika kıtasını bulduğunu öğrenemeden vefat etti.

ondan bir kaç sene sonra amerigo vespucci adındaki italyan tüccar ve haritacı batıya doğru hareket ettiğinde daha farklı yerler de keşfetti. gördüklerini arkadaşlarına mektuplar yazarak söylemek anlatmak istedi ve öldüğünden sonra mektuplardaki yazılara göre  amerigo'nun keşfettiği bu kıyıların yeni bir kıta olduğunu anlayan avrupalılar bu kıtaya ''amerika'' ismini verip, onu yad ettiler. ama bilmedikleri bir şey vardı. bu keşiflerden bir kaç asır önce amerikan kabileleri avrupa'nın kuzey kıyılarına çıkmış ama muhtemelen buraların yeni bir kıta olabileceğini fark etmemişler ve bu yüzden olayın örgüsünü lehlerine çevirememişlerdi. olayı lehlerine çevirememelerinin de onların şu ana kadarki varlıklarının sonu olacağını nereden bileceklerdi ki?..

...

coğrafi keşiflerin amacını aşıp adeta ''sömürgecilik'' gibi yeni bir düzeni oluşturmasının üzerinden bir iki asır geçmişti ki, insanlar bu seferde çıkarlarının ötesinde yaratılışlarındaki ayrılığı kullanarak kendilerini üstün görme çabasına girmişlerdi. sömürgeciliğin getirmiş olduğu farklı yerlere yayılma olayı ile çoğu kişi kendi ülkesinin topraklarının sadece kendi ırkından olan insanlara ait olmasını istediklerini söyleyip ayaklanmalar çıkarmış ve sonunda fransa'da ihtilal yapmışlardı. bu ihtilal de, her zamanki gibi sadece başladığı yerde kalmamış ve saman alevi misali hemen yayılmıştı dünya'nın dört bir yanına... sonuç malum; savaş, savaş, savaş. değişen sınırlar, ölen insanlar, bolca bağımsızlık mücadelesi...

...

neyseki, her şey savaş değildi, insanlık için. bilim de onlar için çok önemliydi. ''nereden nereye'' geldiklerini her düşündüklerinde ''vay be'' diye iç geçiriyorlardı. binlerce yıl önceki  o yuvarlak taş parçasının şu anda ulaşım aracına dönüşmüş olmasına hala daha akıl sır erdiremiyorlardı.

daha önce farkedemedikleri doğal  enerjilerden birisi olan elektrik enerjisinin değişik icatlara yol açacağını da yavaş yavaş anlıyorlardı. ampul de bunlardan birisiydi. binlerce yıl karanlığa hapsolmuşluğu sona erdiren bu icat; binlerce yanlış denemeden sonra başarıya ulaşmış olduğunda, hiç bir şeyin peşini bırakmamak gerektiğini aşılamıştı tüm insanlara... bu ve benzeri bir sürü özellikleri onların gitgide değişen yaşamlarını alabildiğine etkiliyordu.

doğal güçleri işlemeyi iyice öğrenen insanlar bir anda daha da yükselişe geçip sanayi devrimini başlatmışlardı. bir sürü yeni icat ile sömürgeciliğin daha da hızlı yayılmasını kimse durduramamıştı.

insanlık iyice yükselen bir varlık olmaya başladığında güçlü olma arzusu daha da artmıştı. bu uğurda çok fazla şey feda edip, çok değişik şeyler keşfetmeye devam ettiler. günler su gibi akıp geçti. her bir yeni olayda farklı reaksiyonlara neden oluyordu. sanayi devrimi ve artan sömürgecilik, çıkar anlaşmazlıkları artık son raddeye geldiğinde bütün dünya'nın etkilendiği bir savaş patlak verdi.

savaş sonrasında hiç bir şey eskisi gibi değildi tabi ki. kutuplaşmalar daha da arttı. 400 yıl önce köklerine kadar kurutulan amerikan yerlilerinin yerine geçen anglosaksonlar, geldikleri yeri unutup rahata kavuşmanın verdiği huzurla amerikan topraklarında daha hızlı bir şekilde gelişip tüm dünya'nın kaderine etkileyecek bir büyüme sağlamışlardı. ayrıca amerika; 4 yıl boyunca hiç bir olaya karışmayıp, 4 yıl sonra tüm dünya'nın bitap düştüğü savaşa son darbeyi vurup bitirerek de, adeta sakson kökenli olduğunu belli eden pragmatist bir tavır sergilemişti.

tabi ki savaşlar daha sona ermeyecekti. bir yanda milliyetçi düşünceler, bir yanda sosyalist, komünist düşünceler ve daha nicesi... çok geçmeden 2. dünya savaşı da patlak vermişti ve insanlık tarihinin en kanlı günleri geçiyordu.

bir yanda almanların üstün ırk olduğunu iddaa eden heil hitler gibi bir imparatorun yaptığı yahudi soykırımı, diğer bir yandan amerika'nın japonlardan korktuğu için onları etkisiz hale getirme amaçlı kullandığı atom bombaları, vs. bu resmen durdurulamaz bir kıyım oluyordu. herkes kendi derdindeydi. atom bombası japonya'nın iki farklı şehri olan nagazaki ve hiroşima'ya atıldıktan sonra onu icat edenlere lanetler yağdıran insanlara cevaben albert einstein; '' bilim atom bombasını üretti, fakat asıl kötülük insanların beyinlerinde ve kalplerindedir.'' sözlerini söyleyerek tüm dünya'da o ana kadar gelmiş geçmiş en anlamlı cümlesini kurduğunun bilmiyordu tabi ki...

...

2. dünya savaşı da bittiğinde geride yine yıkık dökük bir dünya, geri dönüşü olmayan fikir ayrılıkları, yeni rejimlerle braber yeni dünya düzeni oluşmaya başlamıştı. sömürgecilik yerini kapitalizm'e bırakmış, komünizm ve sosyalizm diğer bir yandan daha da güç kazanmıştı. tüm dünya'ca ''soğuk savaş'' olarak adlandırılan zamana girildiğinde artık teknoloji çok ilerlemiş ve çoğu gelişmiş ülkeler birbirinin ne yaptığını, nasıl bir yaşam geçirdiğini, nelere önem verip, neler ürettiğini, gizli olarak neler çevirdiğini... kısaca birbirlerinin her şeylerini biliyorlardı. neyseki soğuk savaş kendisini sıcak bir savaşa geçirmediği için insanlar bu süre zarfında rahat bir nefes aldı ve önüne geçilemeyecek bir hızda teknolojide atağa kalktılar.

20. yüzyıl'ın sonlarına gelindiğinde birbirinden asırlardır bihaber yaşıyan milyonlarca insan artık birbirlerinden tek bir tuş kadar uzaktalardı. insanoğlu kendini bile aşacak bir buluşa imza atmış ve  interneti bulmuşlardı. internetten sonra dünya'daki gelişme birkaç kat daha da hızlı arttı ve artmaya da devam ediyor.

insanoğlu, düşünmeye devam ettiği sürece de bu gelişmesi hız kesmeden devam edecek... iyi ya da kötü!

---

sadece bir  hücrenin neler yapabileceğiydi bu. o basit mi basit canlı koca bir tarihte nerelere kadar gelebiliyor, görüyorsunuz işte. peki nasıl oluyordu bu? onbinlerce yıl, insan bedeninde ihya olan o hücre, nasıl bu zamana kadar gelebildi ve nasıl bu kadar değişime uğradı?!

insanı diğer bütün canlılardan ayıran bu farkı neydi?

aslında, bir çok farklılığa sahipti insan diğer canlılardan... ama şüphesiz ki; bu farklılıklarından en belirgin ve en önemli olanı,  düşünebilme yetileriydi. insanlara verilen bu yetenek bilhassa onları dünya'daki en üstün varlık yapıyordu.

her şey bu yüzden gerçekleşiyor aslında; insan, düşündüğü için. düşünen insan, hayal eder. hayal ederse, fikir üretir. fikir üretirse, onu gerçekleştirmek ister. gerçekleştirirse, yapmayı başardığı o şeyin sebebi olarak kişilik kazanır. kişilik kazandıkça bunu çevresine yansıtır. çevresi ile etkileşime geçtiğinde birbirlerinin düşüncelerini değiştirir, kimi zamanda birbirlerinin ufuklarını açar(lar).

...ve daha çok düşünürler. bilinçleri açılır, toplum bilinci kazanırlar. toplumsallaştıkça, düşünce akımları başlar. fikirler gelişir, daha çok şey düşünmeye başlarlar. coğrafya'dan coğrafya'ya fikir ayrılıkları son raddesine gelir. basit icatlar gitgide yerini daha komplike icatlara bırakır. değişik toplumlar; değişik fikirler üretir ve doğal olarak değişik yaşam şartları ile yaşarlar. her bir toplum eskiden kalma ortak bilinçleri ile doğal olarak diğer toplumlarla anlam uyuşmazlığı yaşarlar. kargaşalar başlar, savaşlar çıkar ve yeniden yapılanmalara gidilir... sürekli bir döngü, sürekli daha farklı ve sürekli daha değişik fikirler ortaya çıkar. her zamanki gibi dünya bu düşüncelerle düşünce sahibinin etki alanına göre şekillenir ve değişir. değişir, değişir ve değişir. değişmeyen tek şey değişimin kendisi olana kadar değişime uğrar dünya. bu bir kısır döngü halini alır. mantalitesi hep aynıdır, lakin düşünce hiç bir zaman sabit olmadığı için sonsuz kombinasyonda değişime uğrar hayat.

---

her insan doğduktan bir süre sonra aklı bazı şeyleri algılayacak konuma geldiğiğinde o malum soruyu sorar kendine, ''neden yaşıyoruz?'' ve bu sorularına çok uç ve komplike cevaplar beklerler, kendi kendilerine düşünürlerken bile... halbuki hayat onların düşündüğü kadar da karmaşık değildir.

her şeyin tek bir temeli var. o da pek tabi ki,  düşünce. yani, insanlara verilen düşünme yetilerinin ürünü olan soyut kavram.

düşünme gücü insanların her şeyi ve hayatı anlamlandırmalarının da bir anahtarıdır. düşünce, o kadar kuvvetli bir olgudur ki; eyleme döküldüğünde çok ciddi sonuçları doğurabilir. mesela, hiç bir şeye sahip değilken şu anki yaşadığımız dünya'yı bile tekrar kurdurabilir zamanla...

velhasıl-ı kelam;  insanlar, düşündükleri için yaşarlar. çünkü düşünme diye bir yetenekleri olmasaydı, yaşam diye bir kavramın filhakika farkında olmayacaklardı. ...ve insanlar, yaşadıkları için düşünürler, çünkü insanların aklından her saniye binlerce düşünce geçer gider onlar bunun farkında olmasalar bile. bu insanın yaradılışından gelen bir şey; tıpkı nefes almak, yemek yemek ve su içmek gibi...

''her şeye rağmen  hayat yaşamaya değer. yeter ki, insanlar onu iyi düşünceleriyle geleceğe taşısınlar...''