7 Eylül 2010 Salı

Zaman Makinesi Teorisi

öncelikle zaman makinesiyle, zamanın sürekli ileri akan bir boyut olduğu gerçekliğinden mütevellit geçmişe gidilemeyeceğini bilmek gerekir. ama bu geçmişi ayağımıza getiremeyeceğimiz anlamında algılanmamalı zira ışık dünya'ya 8 dakika da varıyor. bu da demek oluyor ki aslında güneş dünya'ya göre 8 dakika önce dünya üzerinde doğmuş oluyor. biraz karışık gibi görünse de zaman makinesi yapmadan geçmişi görmek mümkün yani. bunun için gökyüzüne bakmak yeterli. normalde gökyüzüne bakıldığında görülen o yıldızların kimileri çok uzakta bir kaç ışık yılı kadar... onlar şu anda parlıyor görünse de bu onların geçmişleri tam şu an bizim onları göremediğimiz (onların ışıklarının henüz bize ulaşmadığı) kısımda patlayıp sönmediklerini kim bilebilir?

bu konuda bir çok fizikçinin de çalışması yok değil ama dış çevrelerde çok fazla bilim kurgu olarak algılanıyor. halbuki en iyi bilim kurgulanmış olan değil mi zaten? neyse... ortak bir kanıya göre, ''karadelik - solucan deliği - akdelik'' üçlüsünden zamanda farklı bir kısma gitmeye olanak sağlanabilir. ancak bunun için solucan deliğini geçiş esnasında dışarıdan çekim gücüyle açık tutacak yeterli seviyede bir karanlık enerji gerekli.

ama bunlar sadece geçit görev görebilir. asıl makinede bitiyor olay. işte bu yüzdende zamanda yolculuk için en önemli olgu, ışık hızını geçebilecek bir şeyler keşfetmek. mesela takyonlar bu iş için biçilmiş kaftan olabilir. bu tip bir maddeyi yapabilirse bilimadamları; kesinlikle zaman makinesinin yapımındaki en önemli kısmı aşmış olurlar.

bulunmayacak ve yapılmayacak bir şey değil. belkide yapıldı ama bizden gizleniyor olabilir. dünya'da o kadar gizli kapaklı işler dönüyor ki. 2. dünya savaşı sırasında bile atom bombasını keşfedebilen bilim adamları varsa bu da çok uçuk bir buluş olmayacaktır.

şüphesiz ki; şu anda kullanılan ve icat edilen bir çok şey, daha önceki insanlar tarafından hayaldi. evrenin daha keşfedilmesi gereken bir çok sırrı var. biraz düşünce, biraz fikir, biraz teori, biraz çözüm... hala bilim bazı şeyler için  çok geri ama neyseki çok hızlı ilerliyor. yüz yıl içerisinde belki de zaman makinesinin keşfi gerçekleşmiş olabilir.

Dünya Milliyetçiliği

evet efendim, dünya milliyetçisi olabilmek için önce dünya'nın nasıl bir yer olması gerektiğini bilmemiz gerek, o zaman şöyle bir düşünce seli, hafif bilim kurgu ve futurist yaklaşımlarla olaya derinlemesine girelim.

öyle bir dünya düşünün ki ne savaş var ne karşı bir görüş, herkes eşit, tek ortak bir dil var, ne ırkçılık, ne din sorun ediliyor herkes istediğini yaşamakta özgür, tabiki özgürlüğün sınırları içerisinde...

her insanın eşit bir refah durumu var, herkes düzenli olarak çalışıyor ve hayatlarını iyi bir şekilde yaşıyor; tatil için bir hafta dubai'de, bir hafta maldivler'de, bir hafta miami'de orada burada... dünya'nın her yerine gidebiliyorlar ne vize, ne pasaport sorun ediliyor; çünkü her yer zaten yaşadığı ülkenin sınırları içerisinde çünkü ayak bastığı her yer ülkesi...

insanların her yerde istediği gibi yaşaması sonucu insanlar bir yere bağlı kalmak yerine dünya'nın neresinde istiyorsa orasında yaşamaya başlıyorlar ve belli kentlerde kalabalık azalıyor, tokyo, new york, londra, paris, istanbul'un nüfusu düşerek daha yaşanılacak yerler haline geliyor. dünya'nın her yerine dağılan insanlarla birlikte tüm şehirler de gelişmeye başlıyor. insanlar; hem sakin hem de güzel bir hayat yaşıyor insanlar, yaşama süresi ve kalitesi uzuyor.

insanların açlık kaygısı olmaması, herkesin istediği işi yapmasına olanak sağlıyor, sanatçılar, sporcular, vs. çoğalıyor; dünya güzelleşmeye başlıyor, eğitim seviyesi artıyor, çevre planlamalarının iyi yapılması ile dünya'nın yaşanabilirliği arttırılıyor, yeşilden maviden ve düzenli yapılardan oluşmuş kentler oluşuyor.

çevreye zarar vermek yerine ondan maksimum verimde faydalanılıyor ve enerji kaynağı olarak hep yenilenebilir enerji kullanılıyor.

herkesin birbirine karşı anlayışlı olması ve tartışmaların doğru bilgiyi getirmesi sonucu düşüncelerini özgürce söyleyen insanların sayısıyla beraber felsefeciler çoğalıyor, bu sayede bilimde de aşırı bir derecede ileri gidip evrenin tüm sırlarını tek tek çözmeye başlıyorlar; bilim askeriye için değil, daha da rahat bir gelecek ve insanlara yararlı olacak materyaller üretmek için kullanılıyor; yapay zeka robotlar geliştiriliyor, dünya'nın her yerinde kablosuz elektrik oluyor... vs.

bilimde gelişen insanoğlu önce dünya içi iletişimi hızlandırıyor, ay'a yapmak istedikleri asansörü tamamlıyorlar ve ardından da ışık hızına çok yakın araçlar üretmeye başlıyorlar. bu araçlarla beraber yolculuğa çıkıp keşifler yapan bilim adamları ve astronotlar, yaşayabilecekleri yeni gezegenler keşfediyorlar, bir kaç yıla kalmadan insanlar oralara da yerleşmeye başlıyorlar ve dünya ülkesi daha da büyüyor sınırlarını aşıyor.

her şey yolunda olunca, uzayı daha da tanımaya başlayan insanoğlu, yıllardır aradığı merak ettiği, başka canlılar buluyorlar, kimileri dünya'dan daha az gelişmiş, kimileri de daha çok gelişmiş, bir sürü değişik yaşam formu buluyorlar. onlara klişeleşmiş dünya'lı söylemiyle ''merhaba uzaylı biz dostuz diyorlar.'' ve yeni bağlar oluşmaya başlıyor, ticari ve sosyal olarak dünya daha da gelişiyor, büyüyor, yükseliyor.

dünyanın bu kadar fazla gelişmesi ve uzayda kendini hissettirmeye başlaması, bazı yaşam formlarının sinirlerini bozmaya başlıyor ve beklenmedik saldırılarla dünyanın yükselişini durdurmaya, onu geriletmeye çalışıyorlar, binlerce insan ölüyor.

tam bu anda da milyonlarca dünyalı bu beklenmedik misafire karşı kendini korumak ve direnmek için seferberlik eşliğinde seve seve asker oluyor, çünkü hepsinin keyfi yerinde ve gelecek için çocuklara bırakacakları bu ülkeyi kaybetmek istemiyorlar. ardından dünya ile diğer gelişmiş yaşam formu arasında `star wars`'u aratmayacak uzay savaşlarına sahne oluyor... vs.

milliyetçilik, komunizm ve aslında bir çok ideolojiyi içinde barından; dünya milliyetçiliği tüm dünyanın ortak görüşü haline geliyor...

böyle bir dünya olsa kim dünya milliyetçisi olmazdı ki?.. mesele ideoloji'de değil yeğen, herkesin birlik ve beraberlik içerisinde barış içerisinde yaşayabilmesi. bak nasıl da gelişiliyor istenince...

Gelecekteki Dünya Teorisi

teori biraz daha bilimsel ve teknolojik açıdan olacaktır.

insanlar yüzyıllardır gelişiyor, hem bedenen, hem fiziki olarak, hem de beyinsel olarak. sürekli araştırma ve herşeyi sorgulama dürtüsü küçüklükten gelen bir merakları çünkü. bu meraklarını büyüdükçe çoğu insan kaybetse de kaybetmeyenler de oluyor ve onlar insan hayatını değiştiren ilklere imza attılar ve atmaya devam ediyorlar bilerek ya da bilmeyerek olsalar da...

ilk olarak geçmişi biraz hatırlarsak; insanlar kimi icatları şans eseri, kimi icatları da işlerine yaradıkları için bulmuşlar. ateş, tekerlek, demirin eritilmesi derken, insanların yaşam tarzları değişmeye başlamış ve iklimsel değişiklerle de beraber istekleri değişmiş, tarımsal hayata geçiş falan filan derken yeni icatlar bulmaya başlamışlar...

yaşam kaliteleri iyileşmeye başladıkça meraklı insanlar etraflarında olup bitenleri gözlemeye başlamış ve anlam çıkarmaya başlamışlar. felsefecilerin başlattığı akımla yavaş yavaş gerçeğe dönen düşünceler insanları daha da ileri götürmüş ve bir çok buluşa imza atılmış; suyun kaldırma kuvveti, yer çekimi kanunu, teleskop, dünya'nın döndüğü gerçeği, eylemsizlik,... derken bilim gelişmesini sürdürmüş 1700'lerden sonra aşırı şekilde bir hızlı gelişmeye başlamış; mikroskop, ampul, araba, atomun bulunması,... gibi giderken kendini aştı ve bilgisayar, telefon, radyo, televizyon, atom bombası, elektron mikroskobu, kamera, internet, uçak, helikopter, uzay araçları, uydu, robot teknolojisi, wireless,... gibi bir çok yeni teknolojik gelişme oldu. yepyeni bilim dalları ve akımlar ortaya çıktı; nanoteknoloji, moleküler biyoloji, genetik mühendisliği, robot teknolojisi, kuantum fiziği, astrofizik, uzay mühendisliği, moleküler biyoloji vs...

peki henüz bir kaç yılda hele ki internetin icadı ile süper bir hızla gelişmeye devam eden bilim ve teknoloji nereye kadar gidebilir hepimiz bunu merak ederiz. tabi ki geleceği görme gibi bir şansımız yok ancak, insan ömrünü uzatmak ve yaralarını daha hızlı iyileştirmek amacıyla moleküler ve nanoteknolojinin daha çok gelişmesiyle yeni çözümler bulunabilir. e-kağıtlar geliştirilerek ağaç kesmek önlenebilir, robot teknolojisi iyice gelişir ve iş gücünü azaltacağı için insanlara daha çok zaman kalır ve insanlar daha rahat olur. rahat olmaları bilimin daha da hızlı ilerlemesine sebep olur. aşırı çoğalan insan ırkı dünya'da yaşanacak yer kalmamasından mütevellit uzayda yaşabilecek yeni gezegenler bulur ve yerleşir, ışık hızına çok yakın hızda gidebilen araçlar icat edilebilir. bu sıralarda m kuramı - her şeyin teorisi - ispat edilirse fizik yeni baştan yazılır ve daha kompleks ve çok farklı teknolojiler gelişir, insanlar kimliklerini beyinlerine takılacak bir çipte taşıyabilir, çözümü olmayan hastalıklara çözüm bulunur, insanların beyinleri daha da gelişir ve mikro çipler eşliğinde telekinezi, telepati vs. gibi güçleri güçlendirilerek yeni yaşam tarzları oluşabilir, kablolar tarihe karışır, ampuller kablosuz olarak aydınlanabilir (nikola tesla'nın geçmiş zamanlarda bulduğu varsayıldığı gibi), küresel ısınmadan korunmak amacıyla doğal afetlere daha rahat karşılık verilebilmek adına değişik bina yapıları ve araçlar geliştirilebilir, bilgisayarlar neredeyse bir cep telefonu boyutuna getirilebilir, sadece bir gözlük takılarak bir çok işlem yapılabilir, hologramik bilgisayarlar, cep telefonları gibi şeyler üretilebilir, oyun konsolları nintendo wii'nin daha da geliştirilmesiyle tarihe karışabilir. internet muhteşem bir hıza ulaşır ve saniyede 1 gigabayt veri indirebilen bilgisayarlar hemen herkesin sahip olduğu bir teknoloji olur. görünmezlik pelerini tamamlanır, minority report filmindeki gibi insanların suç işlemeden önce, onların suç işleyeceğini algılayabilen bir sistem oluşturulabilir, ay'a asansör yapılabilir,... ve daha da uçlara gidilerek belki bir zaman makinesi bile icat edilebilir.

velhasılıkelam, bilimin bir sınırı yok ve insanoğlu yüzyıllardır gelişimini son yıllarda çok hızlı yaşıyor ve de durmadan üretiyor. daha bir çok yeni teknolojik ve bilimsel olaylara gebeyiz. bakalım daha ne kadar hayal gününün sınırları zorlanabilir.

unutmadan; bu tip şeylere bilim kurgu deyip geçmemek lazım, zira en iyi bilim kurgulanmış olan değil midir zaten?..

yıl 2154, pandora'dan sevgilerle.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Lagrange Noktaları


uzayda en az iki cismin - gezegen veya yıldızın - çekim güçlerinin birbirlerine eşit kaldığı alanlara verilen ad. yani bu alanlarda bulunacak herhangi bir cisim yerinde sabit olarak kalacak veya yörüngeye girip gezegenin istediği şekilde hareket edecek.

joseph louis lagrange'in keşfettiği ve bilim dünyasına kazandırdığı bu noktalar 5 tanedir. kısaca; L1, L2, L3, L4 ve L5 olarak tanımlanırlar.

L1: iki gezegen arasında bulunan bir noktadır ve her iki gezegenin kütle çekim gücü aynıdır.

L2: iki gezegenden ufak olanının arka tarafındadır. bu noktada da her iki gezegenin çekim gücü aynıdır.

 L3: iki gezegenden büyük olanının arka tarafındadır. bu noktaya konulacak bir uydu veya herhangi bir şey ufak gezegenin aynı yörunge hızına sahip olur.

L4 ve L5: küçük ve büyük uzay cisimlerinin eşit uzaklıkta olduğu, yörünge etrafında dönme etkisini de büyük gezegenin oluşturduğu noktadır. ayrıca bu noktalardan herhangi birisi - büyük ve küçük cisimler - eşkenar üçgen oluşturur.

L1, L2 ve L3 noktalarında olan cisimlerin yörüngesine kararlı değilken; L4 ve L5 noktaları kararlı yörüngeye sahiptir. güneş sisteminde güneş etrafında dönen hemen hemen bütün gezegenlerin l4 ve l5 noktalarında hapsolmuş toz bulutları, asteroidleri vb gök cisimleri vardır.

bir zamanalar, bu noktalar bilim kurgu yazarı erich von daniken tarafından uzaya asansör kurmak için veya uzaya inşa edilecek olası geçiş üsleri için en güzel yerler olarak belirtilmişti. lakin günümüzde uzay üsleri kurmak için eski zamanlarda düşünüldüğü gibi çabalanmadığı için rafa kalkmış gibi duruyor... amma ve lakin yine de gelecekte çok işte yarayacak noktalar olacaklardır. kimbilir dünya'da yer kalmayacak kadar nüfus çoğaldığı zaman buralara belki de uzay kentleri bile inşa edebilirler, bekleyelim ve görelim...

3 Ağustos 2010 Salı

Hayatı Sorgulamak

hücre. bir tek hücre. gözle görülemeyecek kadar küçük bir şey. neler yapabileceğini gerçekten kim bilebilir...

tüm hikaye onunla başlıyor aslında; yalnızlıktan sıkılan küçücük bir hücre ile... ''yeter artık, yalnız kalmamalıyım.'' diye hayıflanıyor kendi kendine ve bu durumu düzeltmek için bir şeyler yapmak istiyor. ardından da, eyleme koyuluyor. ilk adımı belli oluyor ansızın; mitoz bölünme.

vakit kaybetmeden, bir tane daha yapıyor kendinden ve iki tane oluyor. iki hücre olduktan sonra da olayın pek bir farkı olmuyor aslında. iki hücre de olsa, meydandaki hücre aynı, mantığı aynı... tek bi' bildiği var. o da kendi içinde yalnız olduğu gerçeği... kendi dışında olanları farketmeyip yalnız olduğunu sanan bu iki hücre de yine çıkış yolunu kendini eşlemekte buluyor ve başlıyor onlar da çoğalmaya... iki, dört sekiz, onaltı, otuziki,... derken sayılar birbirini kovalıyor. sürekli bir önceki sayının iki katı şeklinde büyüyor ve genişliyorlar. durdurulmaz bir hal aldığında içlerinden bir hücre olayın farkına varıyor. ''durun!'' diyor ve hepsi o anda bölünmeyi kesiyorlar. ''neden biz bir araya gelmiyoruz ve yalnızlığımızı gidermiyoruz?'' diye soruyor. tüm hücreler çok sevinmiş bir şekilde bu mantıklı isteği geri çevirmiyorlar ve yavaş yavaş bir araya gelmeye başlıyorlar.

bir araya gelerek ilk önce bir morula oluşturuyorlar. hemen ardından blastula ve çok geçmeden gastrula... nasıl dayanışma içinde olduklarına kendileri bile inanamıyorlar ama oluyor işte. aniden, istemli veya istemsizce... sadece oluyor ve devam ediyor. devam ettikçe de birbirini tetikliyor.

başlangıçta sadece bir tane olan o hücre, artık akıllanmaya başlıyor. çünkü yalnız değil. ''hadi sarılalım sıkı sıkı!'' diyor içlerinden birisi ve sarılıyorlar iyice, hiç kopmayacakmış gibi... dokuları meydana getiriyorlar. dokular da bir araya geliyor ve organları oluşturuyorlar. henüz daha farkında bile olmadıkları bilinçleri sayesinde yapıyorlar bunları. iş bölümünü... çünkü her biri farklı bir göreve sahip organlar oluveriyorlar. yetmiyor tabi ki. organlar da bir araya geliyor, sistemleri oluşturuyor ve en sonunda altın vuruş geliyor... sistemler de bir araya gelip organizma şeklini alıyor yani; insan vücudunu ihya ediyorlar...

...

kaç gündür düzgün bir uyku çekememişti. her zamanki gibi soğuktan buz kesmiş mağaranın duvarlarındaki ideogramlar, yerdeki üst üste yığılmış odun parçalarının arasından yükselen ateşle bir görünüp bir kayboluyordu gözden. bundan dolayı alevin duvarlarda oluşturduğu o loş ışık bile gözlerini etkiliyordu. zaten tedirgin bir bekleyiş de vardı üzerinde. gözlerini kapatıp bir an için kestirmek istiyordu ama yapamadı; çünkü eşinin mağarada yankı yapan çığlıklarını işitmişti tam o anda. kulaklarını kapatmak zorunda kaldı. bu nasıl bir gürültüydü böyle? hemen dikkatini eşine verdi ve ne olduğunu anlamaya çalıştı. baktı, baktı ve dinledi. olayı kavradığında, hemen yerde acılar içinde kıvranan eşinin yanına koşup bacaklarının arasına dikkatlice ellerini soktu. daha önce de görmüştü bunu. ne olduğunu çok iyi biliyordu. dakikalarca eşinin çığlıklarına dayanıp, o şeyi çıkartmaya çalışıyordu geldiği yerden. çekti, çekti ve bir kaç dakika sonunda amacına ulaştı. tamamen dışarı çıkmıştı...

''ingaaaaa'' diye bir feryat sesi yankılanıyordu şimdi mağaranın duvarlarında. ''o'' gelmişti dünya'ya; insan vücudunda ihya olmuş, o hücre. tek yapabildiği şeyi yapıyordu, ilk olarak; ağlamak... çünkü o eskiden yüzdüğü suyun içini seviyordu. ayrılmak istemiyordu oradan. ama çekip çıkardıklarında onu farklı bir ortama geçmişti. algılayamayacağı kadar devasa bir ortama, evrenin içine düşmüştü ve artık nefes alıyordu. daha önce hiç yapmadığı bir şeydi bu. ciğerleri havayla dolduğundan dolayı da çok ürkmüştü. tek yapabildiği şeyi tekrarlıyordu alışana kadar. ağlamak, içindeki bu yeni ortama alışma korkusu geçene kadar ağlamak...

alışmak çok uzun sürmemişti. algılayamasa bile, görüyor ve duyuyordu. bir de sıcaklık hissediyordu, nedenini bilmeden karşısında duran iki kişiye karşı. onu sıcak tutup besledikleri içindi belki de bu. izliyordu onları, sürekli ağızlarının oynadığını görüyordu ve o anda da kulaklarında bir şeyler duyuyordu. ama anlayamıyordu ne olduğunu. o ağzını tek oynattığı anda sıvı emiyordu çünkü vücuduna...

ağzı boş kaldığı bir zaman, ağzını oynatmayı denedi. ''agu'', ''gugu'' gibi kelimeler çıkartmaya başlamıştı ilk önce. tabi, zaman ilerliyordu durmaksızın. haftalar geçmişti dünya'ya gözlerini açalı. artık anlayabiliyordu konuşmaları. ...ve dayanamadı; ilk ''gerçek'' kelimesini söyledi; ''baba'' ve takriben ''anne''...

kendisinin bunu nasıl yaptığını dahi bilmeden başardığı bu şeyi gülerek karşılıyordu. galiba taklit yeteneği çok gelişmişti. her gördüğü şeyi yapmaya çalıştı daha sonraki haftalarda. yavaş yavaş emeklemelere başladı derken, iki ayağı üzerinde durup, düşmelere geçmişti olay...

yıllar geldi, yıllar geçti... artık bilinci yerine gelmişti ve yıllardır görüp anladığı şeyleri yapıyordu ustalıkla. kalın mamut derisinden giysisini giydi üzerine ve akşam mağaraya dönerken yemek için bir şeyler avlaması ve onu mağarada bekleyen ailesini doyurması gerektiğini çok iyi biliyordu çünkü bu onun yaşamıydı.

sarp kayalıkların arasında, karları eze eze ilerlerken itinayla yaptıkları mızraklarıyla, o ve arkadaşları koca mamutunun dar geçitten geçişini izliyorlardı, vadinin tepesinden. bir anda, aralarından birisi ayyuka çıkarak ''hadi, bana yardım edin şu kayayı onun üzerine atalım ve hemen öldürelim.'' dedi. direkt olarak birbirlerine destek veren insanlar o kayayı itti ve vadinin aşağısındaki geçitten geçen devasa hayvanı yere sermeyi başardılar. hemen aşağıya inip hunharca parçaladılar etlerini ve yemek bulabildikleri için evlerine mutlu mesut bir şekilde gittiler.

yılları böyle geçiyordu. artık bir şey yapmaları gerekiyordu... ufak tefek icatlar yapmaya başlamışlardı. duvarlar yer kalmayacak kadar ideogramlarla dolmuştu. aralarından bir tanesinin yonttuğu şeyi çok değişik bulmuşlardı. nasıl başardığını bilemiyorladı ama o kadar yuvarlak oyulmuş bir taş daha önce görmemişlerdi. hepsi meraklı gözlerle onun ne olduğunu çözmeye çalışırken, yuvarlak taşı yapan insan onu destekleyen takoz parçalarını altından çekti ve yuvarlana yuvarlana eğimli arazi de taşın aşağıya kadar gidip ardından devrilmesini izlediler. şaşkınlık nidaları yükseldi hep bir ağızdan, binlerce yıl sonra o taşın anlamı daha da değerlenecekti ama zamanı şimdi değildi... sisle kaplı dağların arasından hafif bir şekilde görünen tüberreki gören insanların mağaralarına çekilme vakti gelmişti. onlarda öyle yaptı ve yeni bir güne uyanmadan önce güzel bir uyku çekmek için teker teker mağaralarına çekildiler.

...

''ü ürü üüüüüüü'' güneşin doğdunu gören horoz hiç beklemeden bağırıyordu avazı çıktığı kadar... kerpiç duvarlar ardından duyduğu bu sese hemen kulak kesilmiş ve uyanmıştı. ''günaydın!'' diyerek uyandırdı eşini ve hemen tarlayı sürmek için kapıdan dışarı çıktı. eline aldığı tırmıkla düz bir şekilde sürüyordu tarlayı. bir yandan da aklına ne zorluklarla bu göl kenarında yaşamaya başladıklarını anımsadı. dedelerinden dinlediği hikayeler hep şaşırtmıştı onu.

yıllar yıllar önce şimdi üzerinde durduğu bu toprakların donmuş olduğunu düşündü ve içini her zamanki gibi bir üşüme kapladı. ''vay be, ne kadar da şanslıymışım.'' diye mırıldandı ve kırmızı kırmızı olmuş çileklerini toplamaya koyuldu.

10 dakika sonra, karşı evden çıkan bir insan; ''günaydın komşu!'' diyerek ona seslendi. ''teşekkür ederim, sana da!'' diye karşılık verirken hafifçe tebessüm etti ve ardından evine geri dönmek için yola koyuldu.

aradan bir kaç yıl geçtiğinde, her geçen gün artan kalabalığı gördükçe garipsiyordu durumu. tanıdık yüzler kalmıyordu etrafta. kim, kimdir çıkartamıyordu. baktığı her yerde toplu şekilde eğlenen ve bir şeylerle uğraşan insanlar görüyordu. durum çok çabuk değişiyordu, insanlar değişiyordu...

yerleşik hayata geçiş evrelerine başarıyla uyum sağladıklarını anladığı gün hayata gözlerini yummuştu.

...

''ingaaaaaaaa'' ve yine başlıyordu...

''bu bir erkek yüce kralım, gelecekte bir varisiniz olacak sonunda.'' dedi; elinde keops'un yeni doğmuş oğlunu tutarken. ardından kralını memnun etmek adına aklına güzel bir şeyler geldi ve hemen uygulamaya koyuldu. sesini yükselterek emirler yağdırmaya başladı. ''muhafızlar! keops'un oğlunun şerefine 40 gün 40 gece içkili eğlence düzenlensin hemen hazırlıklara başlamaları için gerekli kişilere haber yollanmasını sağlayın... bu arada, köleleri bu süre zarfında azad edin, eğlenceler bittiğinde en yakın zamanda o piramiti bitirmeleri gerekiyor. bir de daha çok kireçtaşı isteyin tüccarlardan, elimizdekiler piramiti tamamlamaya yetmeyebilir.'' sözünü bitirmesinin ardından tekrar vezirlik görevlerini yerine getirmek adına işine dönmeden önce, son bir kez balkona çıkıp nil nehrinin yanında yükselen, kızgın güneşin altında parıldayan yapıya baktı. ''bunu nasıl yapabiliyoruz?'' diye iç geçirdikten sonra, piramit tamamlandıklarında uygarlıklarının ne kadar güçlü olabileceğini düşündü ve yüzünde bir tebessüm oluştu.

...

geniş dağlık alanlarla kaplı bir bölgeydi burası, ucu bucağı görünmüyordu... başladıkları bu yapıyı ne yapıp, ne edip bitirmeleri gerekiyordu. tüm çalışanlar bunun farkındaydı ve canla, başla çalışıyorlardı. neredeyse dörtte üçü bitmiş de olsa, hala daha tamamlanmış olmaması bile içlerindeki korkuyu tetikliyordu. nasıl bir düşmanla karşı karşıya kaldıklarını çok iyi biliyorlardı. onlar, göçebe bir halktı ve sürekli yer değiştiriyorlardı. gittikleri yerde de dominant olabilme gibi bir özellikleri vardı; adeta karşı konulamaz bir tek vücut olabiliyorlardı. bu yapıyı yapmadan önce onların içlerinde kargaşa yaratmaya çalışmış ve biraz başarıya kavuşmuş da olsalar yine de tam olarak durduramıyorlardı onları. tüm umutları bu yapıydı o yüzden.

...ve sonunda son taşı koyup yapıyı bitirdikleri gün gelip çatmıştı. kendilerine inanamıyorlardı. 6000 kilometre set çekmişlerdi topraklarının kuzey ve kuzeybatı sınırına, artık çin halkı tamamiyle güvendeydi.

gelecekte dünya'nın bu yapıyı konuşacaklarının farkında değillerdi elbette. hele de yaptıkları bu ''seddin'' uzaydan dahi görülebildiğini bilselerdi kendileriyle gurur duyarlardı; ama bunu görmeleri için bi' 2000 yıl(cık) daha hayatta olmaları gerekiyordu...

...

platon, yüksek bir dağın yamacındaki bembeyaz sütunlarla çevrelenmiş akademisinin kapısına ''geometri bilmeyen bu kapıdan giremez!'' yazarken antik mısırdaki geçmiş insanları anıyordu, farkında bile olmadan. bu yazının anlamını çok iyi biliyordu. o ve arkadaşları, hayatı anlamlandırmaya çalışan kişilerdi; geometri, matematik, astronomi,... sürekli düşünüp bir şeyler üzerinde uğraşıyorlardı. bu yüzden de, diğer insanların da onlara özenmesi ve ufuklarını genişletmeleri gerektiğinin farkındalardı. onların meraklarına yenik düşüp kapıdan geçmek istemeleri için de böyle bir ''yazı'' düşünmüşlerdi. olayı daha da cazip hale getirmek için de yasak koyuyorlardı. çünkü insaonğlunun içinde vardı yasakları çiğnemek... belki de işe yarayacaktı. ama şu an gelecekte daha başlarına neler gelebileceğinin pek de bilmiyorlardı. tek bildikleri hayatı anlamlandırabilmekti...


henüz üç dört asır geçti-geçmedi platon'un ölümü üzerinden, her yer çoktan değişmeye başlamıştı. akademinin bir kaç kilometre ilerisindeki boş arazide jül cesar kafasındaki yeşil yapraklarla bezenmiş tacını düzeltirken, ucu bucağı görünmeyen kırmızı zırhlar içindeki ordusunu gördüğünde başı göğe ermişti bir kez daha. ordusunu, disiplini ve savaş arzularını çok seviyordu, ya da tek sevdiği güçtü. aslında, bilemiyordu tam olarak onu neyin bu kadar içini kıpır kıpır ettirdiğini ama yine de savaşmayı ve yeni yerler ele geçirmeyi seviyordu. koskoca bir imparatorluk kurma hayali onu bugünlere kadar getirmişti.

üzerinde kendi resminin bulunduğu madeni parayı cebinden çıkardı. usulca eline alıp, başparmağı üzerine koydu ve havaya fırlattı. para döndü, döndü, döndü ve sonunda eline tekrar düştüğünde kendi resmini gördü, cesar. vakit gelmişti. diğer elindeki kılıcını havaya kaldırıp ''saldırın!'' işaretini verdikten sonra ordusunu izlemeye başladı; yeni zaferlere aç bir şekilde bekleyerek...

...

roma imparatorluğu parlak dönemlerini yaşadığı sıralarda, daha pangea, gondvana ve laurasia'ya bölünmeden önceki zamanlarda dünya'nın batısına yerleşmiş olan garip halk, her zamanki gibi gökyüzünü inceleyip hesaplar yapıyorlardı seri bir şekilde. yıldızlar bakıyor onlara anlamlar yüklüyor, resimlerini çizip günbegün değişmelerini izliyorlardı.

ertesi gün, her bir köşesi doksanbir basamaktan oluşmuş devasa kukulkan piramidinin en üst basamağına koydukları blok taş ile de yapıyı tamamlamışlardı. tam hesapladıkları gibi olmuştu. dört köşe, doksanbir basamak ve son blok. ''4x91 1=365 basamak...'' bir yılı daha güzel nasıl simgeleyebilirlerdi ki. tüm halk, bu dev yapıya huşu içinde bakarken, bir tanesi bugünü kayıtlara geçmek için daha önce yaptıkları maya takvimine bakmaya gitti.

takvimin olduğu yere vardığında güne ve aya dikkatlice baktı, en sonda da yıla... on binlerce yılı dahi kendilerine hesaplatabilen bu yuvarlak şaheseri hala daha nasıl yapabildiklerini merak ediyordu. vakit kaybetmeden piramitin kayıtını tamamladı ve kukulkan pramitini onlara yaptıran göklerin yücesi olan güneşe adak adama ritüeline gitmek için yola koyuldu.

...

ritüeller dünya'nın her yerinde farklı amaçlarda yapılsa da, birbirlerinden haberleri dahi olmayan yüzbinlerce insan, o gece farklı amaçlarla ritüellerini gerçekleştiriyorlardı. mayalar güneş'e feda ettikleri kurbanlarını sunağın üzerine koymuş, etrafında bir daire oluşturmuş, özel sözcükler mırıldanırken... dünya'nın diğer ucunda, kahverengi vücutlarını ganj nehri'nin soğuk sularına bırakan bir çok hintli kendilerini kötülükten arındırmaya çalışıyorlardı. namus, şeref ve ibadet onların vazgeçilmezi olduğu için de, alınlarından eksik etmedikleri kırmızı yuvarlak noktalarını, ritüellerini tamamlar tamamlamaz tekrar yapıyorlardı alınlarına. artık alışagelmiş bir şeydi bu onlar için; zamanla gelenekleri haline de gelecekti zaten ve yüzyıllar geçse dahi yine de yapacaklardı bu olayı...

...

çin seddi'nin yapılması üzerinden bin yılı aşkın bir süre geçmiş ve o seddin duvarlarını aşamayan ''göçebe halk'' sürekli batıya doğru ilerlemişti. sonunda da tam istedikleri gibi toprakların üzerine geldiklerini farkettiler. ''burası bizim evimizmiş meğersem.'' dedi aralarından bir tanesi. ''bu topraklar için savaşmalıyız karşımıza kim gelirse gelsin.'' dedi aralarından sözü dinlenen bir tanesi. hepsi hazırlıklarını yaptı ve ertesi gün yapacakları savaşa hazırlanmaya başladılar...

tarih; 26 ağustos 1071'i gösterdiğinde görkemli ordu savaşa hazırdı ve atları, kılıçları, okları, yürekleri,... kısaca her şeyleriyle hiç durmadan anadolu topraklarının içlerine doğru ilerlediler. önlerine gelen tüm bizans ordularını teker teker mağlup edip istediklerini alıyorlardı. çok çetin çarpışmalar sonrasında büyük bir zafere imza atmayı başarmışlardı...

malazgirt'te başlattıkları bu savaşın üzerinden 382 yıl geçtiğinde, vatanları saydıkları bu topraklara çoktan adapte olmuş ve yayılmışlardı.

bir zamanların muhteşem imparatorluğunu kuran  jül cesar'ın hükmettiği o geniş toprakların en güzel şehirlerinden birisi olan ''constantinapolis'', şimdilerde roma imparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra doğuda kalan kısmının son şehriydi.

constantinapolis'te yaşayan tüm halk, grejuva ateşlerini hazırlamış, osmanlı devletinin saldırısının başlamasını bekliyorlardı. bu kuşatmanın da daha öncekiler gibi olmasını ve onları mağlup etmek istiyorlardı.

surların üzerindeki gözetmen askerler aralarında konuşurken; ''20 yaşındaki osmanlı padişahı - fatih sultan mehmet - nasıl bir cesaretle devasa surlarla çevrili bir şehri ele geçirebileceğini düşünür ki?!'' diye birbirlerine söylenip gülüyorlardı... ve o anda hiç görmedikleri siyah bir cisimin üzerlerine geldiklerini farkettiller.

- bu bir kuş.
-- hayır, bu bir taş.
- hayır bu... bu bir gülle...
-- eğil!..

''çat'' sesinin ardından, constantinopolis'in devasa surlarına çarpan koca top güllesi, çarptığı bölgedeki gözetmen kulesinin üst kısmını tarumar etmişti. gözetmen askerlerden birisi ''bu sefer işimiz bitti, ne grejuva, ne de bu surlar bizi kurtarabilir.'' dediğinde artık son nefesini veriyordu...

...

constantinopolis, bir çağı kapatıp diğer bir çağı açan, fatih sultan mehmet'in müthiş icadı şahilerin yardımıyla alınmış, üzerinden neredeyse bir asır geçmişti ki; avrupa halkları bu seferde, '' suleiman the magnificent'' diye lakap taktıkları kanuni sultan süleyman'ın yarattığı korkuyu içlerinde en derinden yaşıyorlardı. kanuni'nin viyana'yı kuşatıp alamamış olması bile onları bu korkularından kurtulmalarına yardımcı olmuyordu.

bir yandan kanuni'nin empoze ettiği korku zaten yüreklerinde yer etmişken, diğer bir yandan da kilisenin yaptığı aşırı baskı eşliğindeki avrupa, şu ana kadar gelmiş geçmiş en karanlık yıllarını yaşıyordu. skolastik düşüncenin hakim olduğu kiliselerin rahipleri, ülkelerinin tek güçleriydi ve her şey onların elindeydi. onlar, bir sözleriyle istediklerini aforoz edebilir, endülüjans yetkilerince insanların o ana kadarki tüm günahlarını silebilir, diğer bir sözleriyle de insanları savaşa gönderebilirlerdi; hem de onlara cennetten arsa vereceklerini söyleyerek(!) ve bol bol zenginlikler vaat ederek...

insanlar böyle kandırılmışlıklar içerisinde yaşayıp giderken, bir yandan da içlerindeki yaratıcılıklarını ve sanatsal kişiliklerini dışa vurmaya başlamışlardı. bir kaç yıl içerisinde avrupa'da ressamlık, bilim ve mimari gibi alanlarda olağanüstü şekilde bir aydınlanma yaşanıp, rönesans hareketleri başladığında; mahkemeler bile kilisenin emrindeydi hala daha. ne kadar büyük hatalı kararlar verdiklerini bilmeden, engizisyon mahkemelerinde binlerce insanı istedikleri şekilde yargılıyorlardı. bu hatalarından en büyüğünü de muhtemelen dönemin en büyük bilim insanlarından birine karşı vermişlerdi. astronomi, matematik vb. dallarda yaptığı araştırmalarda bir çok kitap çıkartan ve keşfettiği yeni ve çarpıcı galaktik objeleri insanlara tanıtan galilei galileo, son olarak '' dünya yuvarlaktır.'' dediğinde kendi ölümüne ne kadar yaklaştığını hayal bile edememişti...

...

her şey birbirini tetikliyordu elbette, etrafındaki yenilik ve güzellikleri gören kutsal roma germen imparatorluğu'nun rahibi martin luther, diğer din adamları gibi topluma yaptığı ''din baskısını''nın ne kadar aşırı bir şekilde olduğunu farkedip kendi çapında zihinsel bir aydınlama yaşadığında hiç bir şey için geç olmadığını da anlamıştı. bu yüzden bir şeyler yapmalıydı ve ona destek veren on binlerce insanı da peşine takıp kendi kendini yalanlarmışçasına kiliselere karşı ayaklanmalar başlattı.

bir süre sonra başlattığı ayaklanmalar reform hareketlerinin öncüsü oldu. reform ile gelen insanlardaki bu büyük aydınlanma; yıllardır karanlık çağın esiri olan avrupa için ve henüz sınırları net olarak bilinmeyen dünya için büyük bir adımdı.

...

şüphesiz ki; galileo ''dünya yuvarlaktır.'' dediğinde pek de haksız sayılmazdı. bunu öğrenmenin bir tek yolu vardı. gerçekliğini araştırmak ve görmek...

denizlerde o dönemde çok önemli başarılara imza atmış ferdinand macellan; maceracı ruhu ve araştırmacı kişiliği ile galileo'nun engizisyon mahkemesinde söylediği ''dünya yuvarlaktır.'' sözünün gerçekliğini araştırma isteğini yıllardır aklından çıkarmamıştı. ''galileo nasıl bu kadar emin olabilir?'' diye, kendi kendine düşünüp duruyordu uzun zamandır. sonunda içindeki bu ukdeyi artık ukdelikten çıkarmaya karar vermişti. portekiz ve ispanya krallarından bu uğrunda ona yardımcı olacak kişiler istedi. bir kaç kişi onunla gitmeye gönüllü olduğunda, kendi ekibini de yanına alan macellan engin denizlerde yola koyuldu.

güney amerika'nın en güney kısmından geçerlerken farkettiği yeni boğaza kendi adını koydu. hala daha dünya'nın yuvarlaklığından emin olmak istiyordu. günler gelip, günler geçtiğinde... filipinler, hindistan, ümit burnu, vb. yerler derken macellan ve donanması tekrar ispanya'ya geri dönmeyi başarmışlardı. ...ve bu sayede galileo'nun haklı olduğu kanıtlanmıştı.

insanlar bu olaydan sonra, şu an için doğru kabul ettikleri gerçeklerin aslında öyle olmayabileceğini anladıklarında gerçekten de şaşkına dönmüşlerdi...

dünya'nın yuvarlak olması avrupa'lı halkların çok işine gelmişti. eğer dünya yuvarlaksa, ticari malları baharat ve ipek yolu üzerinden osmanlı imparatorluğundan değil de, direkt olarak kendileri ilk elden satın alacaklardı. bunun için de gemilerle batıya doğru yol almaları ve tekrar hindistan'a varmaları yeterliydi. bunun üzerine kristof kolomb donanmasını toplayıp yola koyuldu. yeni yerler keşfettiğini ve bunların hindistan'ın adaları olduğunu söyledi. bir kaç sefer buralara gitti geldi ama amerika kıtasını bulduğunu öğrenemeden vefat etti.

ondan bir kaç sene sonra amerigo vespucci adındaki italyan tüccar ve haritacı batıya doğru hareket ettiğinde daha farklı yerler de keşfetti. gördüklerini arkadaşlarına mektuplar yazarak söylemek anlatmak istedi ve öldüğünden sonra mektuplardaki yazılara göre  amerigo'nun keşfettiği bu kıyıların yeni bir kıta olduğunu anlayan avrupalılar bu kıtaya ''amerika'' ismini verip, onu yad ettiler. ama bilmedikleri bir şey vardı. bu keşiflerden bir kaç asır önce amerikan kabileleri avrupa'nın kuzey kıyılarına çıkmış ama muhtemelen buraların yeni bir kıta olabileceğini fark etmemişler ve bu yüzden olayın örgüsünü lehlerine çevirememişlerdi. olayı lehlerine çevirememelerinin de onların şu ana kadarki varlıklarının sonu olacağını nereden bileceklerdi ki?..

...

coğrafi keşiflerin amacını aşıp adeta ''sömürgecilik'' gibi yeni bir düzeni oluşturmasının üzerinden bir iki asır geçmişti ki, insanlar bu seferde çıkarlarının ötesinde yaratılışlarındaki ayrılığı kullanarak kendilerini üstün görme çabasına girmişlerdi. sömürgeciliğin getirmiş olduğu farklı yerlere yayılma olayı ile çoğu kişi kendi ülkesinin topraklarının sadece kendi ırkından olan insanlara ait olmasını istediklerini söyleyip ayaklanmalar çıkarmış ve sonunda fransa'da ihtilal yapmışlardı. bu ihtilal de, her zamanki gibi sadece başladığı yerde kalmamış ve saman alevi misali hemen yayılmıştı dünya'nın dört bir yanına... sonuç malum; savaş, savaş, savaş. değişen sınırlar, ölen insanlar, bolca bağımsızlık mücadelesi...

...

neyseki, her şey savaş değildi, insanlık için. bilim de onlar için çok önemliydi. ''nereden nereye'' geldiklerini her düşündüklerinde ''vay be'' diye iç geçiriyorlardı. binlerce yıl önceki  o yuvarlak taş parçasının şu anda ulaşım aracına dönüşmüş olmasına hala daha akıl sır erdiremiyorlardı.

daha önce farkedemedikleri doğal  enerjilerden birisi olan elektrik enerjisinin değişik icatlara yol açacağını da yavaş yavaş anlıyorlardı. ampul de bunlardan birisiydi. binlerce yıl karanlığa hapsolmuşluğu sona erdiren bu icat; binlerce yanlış denemeden sonra başarıya ulaşmış olduğunda, hiç bir şeyin peşini bırakmamak gerektiğini aşılamıştı tüm insanlara... bu ve benzeri bir sürü özellikleri onların gitgide değişen yaşamlarını alabildiğine etkiliyordu.

doğal güçleri işlemeyi iyice öğrenen insanlar bir anda daha da yükselişe geçip sanayi devrimini başlatmışlardı. bir sürü yeni icat ile sömürgeciliğin daha da hızlı yayılmasını kimse durduramamıştı.

insanlık iyice yükselen bir varlık olmaya başladığında güçlü olma arzusu daha da artmıştı. bu uğurda çok fazla şey feda edip, çok değişik şeyler keşfetmeye devam ettiler. günler su gibi akıp geçti. her bir yeni olayda farklı reaksiyonlara neden oluyordu. sanayi devrimi ve artan sömürgecilik, çıkar anlaşmazlıkları artık son raddeye geldiğinde bütün dünya'nın etkilendiği bir savaş patlak verdi.

savaş sonrasında hiç bir şey eskisi gibi değildi tabi ki. kutuplaşmalar daha da arttı. 400 yıl önce köklerine kadar kurutulan amerikan yerlilerinin yerine geçen anglosaksonlar, geldikleri yeri unutup rahata kavuşmanın verdiği huzurla amerikan topraklarında daha hızlı bir şekilde gelişip tüm dünya'nın kaderine etkileyecek bir büyüme sağlamışlardı. ayrıca amerika; 4 yıl boyunca hiç bir olaya karışmayıp, 4 yıl sonra tüm dünya'nın bitap düştüğü savaşa son darbeyi vurup bitirerek de, adeta sakson kökenli olduğunu belli eden pragmatist bir tavır sergilemişti.

tabi ki savaşlar daha sona ermeyecekti. bir yanda milliyetçi düşünceler, bir yanda sosyalist, komünist düşünceler ve daha nicesi... çok geçmeden 2. dünya savaşı da patlak vermişti ve insanlık tarihinin en kanlı günleri geçiyordu.

bir yanda almanların üstün ırk olduğunu iddaa eden heil hitler gibi bir imparatorun yaptığı yahudi soykırımı, diğer bir yandan amerika'nın japonlardan korktuğu için onları etkisiz hale getirme amaçlı kullandığı atom bombaları, vs. bu resmen durdurulamaz bir kıyım oluyordu. herkes kendi derdindeydi. atom bombası japonya'nın iki farklı şehri olan nagazaki ve hiroşima'ya atıldıktan sonra onu icat edenlere lanetler yağdıran insanlara cevaben albert einstein; '' bilim atom bombasını üretti, fakat asıl kötülük insanların beyinlerinde ve kalplerindedir.'' sözlerini söyleyerek tüm dünya'da o ana kadar gelmiş geçmiş en anlamlı cümlesini kurduğunun bilmiyordu tabi ki...

...

2. dünya savaşı da bittiğinde geride yine yıkık dökük bir dünya, geri dönüşü olmayan fikir ayrılıkları, yeni rejimlerle braber yeni dünya düzeni oluşmaya başlamıştı. sömürgecilik yerini kapitalizm'e bırakmış, komünizm ve sosyalizm diğer bir yandan daha da güç kazanmıştı. tüm dünya'ca ''soğuk savaş'' olarak adlandırılan zamana girildiğinde artık teknoloji çok ilerlemiş ve çoğu gelişmiş ülkeler birbirinin ne yaptığını, nasıl bir yaşam geçirdiğini, nelere önem verip, neler ürettiğini, gizli olarak neler çevirdiğini... kısaca birbirlerinin her şeylerini biliyorlardı. neyseki soğuk savaş kendisini sıcak bir savaşa geçirmediği için insanlar bu süre zarfında rahat bir nefes aldı ve önüne geçilemeyecek bir hızda teknolojide atağa kalktılar.

20. yüzyıl'ın sonlarına gelindiğinde birbirinden asırlardır bihaber yaşıyan milyonlarca insan artık birbirlerinden tek bir tuş kadar uzaktalardı. insanoğlu kendini bile aşacak bir buluşa imza atmış ve  interneti bulmuşlardı. internetten sonra dünya'daki gelişme birkaç kat daha da hızlı arttı ve artmaya da devam ediyor.

insanoğlu, düşünmeye devam ettiği sürece de bu gelişmesi hız kesmeden devam edecek... iyi ya da kötü!

---

sadece bir  hücrenin neler yapabileceğiydi bu. o basit mi basit canlı koca bir tarihte nerelere kadar gelebiliyor, görüyorsunuz işte. peki nasıl oluyordu bu? onbinlerce yıl, insan bedeninde ihya olan o hücre, nasıl bu zamana kadar gelebildi ve nasıl bu kadar değişime uğradı?!

insanı diğer bütün canlılardan ayıran bu farkı neydi?

aslında, bir çok farklılığa sahipti insan diğer canlılardan... ama şüphesiz ki; bu farklılıklarından en belirgin ve en önemli olanı,  düşünebilme yetileriydi. insanlara verilen bu yetenek bilhassa onları dünya'daki en üstün varlık yapıyordu.

her şey bu yüzden gerçekleşiyor aslında; insan, düşündüğü için. düşünen insan, hayal eder. hayal ederse, fikir üretir. fikir üretirse, onu gerçekleştirmek ister. gerçekleştirirse, yapmayı başardığı o şeyin sebebi olarak kişilik kazanır. kişilik kazandıkça bunu çevresine yansıtır. çevresi ile etkileşime geçtiğinde birbirlerinin düşüncelerini değiştirir, kimi zamanda birbirlerinin ufuklarını açar(lar).

...ve daha çok düşünürler. bilinçleri açılır, toplum bilinci kazanırlar. toplumsallaştıkça, düşünce akımları başlar. fikirler gelişir, daha çok şey düşünmeye başlarlar. coğrafya'dan coğrafya'ya fikir ayrılıkları son raddesine gelir. basit icatlar gitgide yerini daha komplike icatlara bırakır. değişik toplumlar; değişik fikirler üretir ve doğal olarak değişik yaşam şartları ile yaşarlar. her bir toplum eskiden kalma ortak bilinçleri ile doğal olarak diğer toplumlarla anlam uyuşmazlığı yaşarlar. kargaşalar başlar, savaşlar çıkar ve yeniden yapılanmalara gidilir... sürekli bir döngü, sürekli daha farklı ve sürekli daha değişik fikirler ortaya çıkar. her zamanki gibi dünya bu düşüncelerle düşünce sahibinin etki alanına göre şekillenir ve değişir. değişir, değişir ve değişir. değişmeyen tek şey değişimin kendisi olana kadar değişime uğrar dünya. bu bir kısır döngü halini alır. mantalitesi hep aynıdır, lakin düşünce hiç bir zaman sabit olmadığı için sonsuz kombinasyonda değişime uğrar hayat.

---

her insan doğduktan bir süre sonra aklı bazı şeyleri algılayacak konuma geldiğiğinde o malum soruyu sorar kendine, ''neden yaşıyoruz?'' ve bu sorularına çok uç ve komplike cevaplar beklerler, kendi kendilerine düşünürlerken bile... halbuki hayat onların düşündüğü kadar da karmaşık değildir.

her şeyin tek bir temeli var. o da pek tabi ki,  düşünce. yani, insanlara verilen düşünme yetilerinin ürünü olan soyut kavram.

düşünme gücü insanların her şeyi ve hayatı anlamlandırmalarının da bir anahtarıdır. düşünce, o kadar kuvvetli bir olgudur ki; eyleme döküldüğünde çok ciddi sonuçları doğurabilir. mesela, hiç bir şeye sahip değilken şu anki yaşadığımız dünya'yı bile tekrar kurdurabilir zamanla...

velhasıl-ı kelam;  insanlar, düşündükleri için yaşarlar. çünkü düşünme diye bir yetenekleri olmasaydı, yaşam diye bir kavramın filhakika farkında olmayacaklardı. ...ve insanlar, yaşadıkları için düşünürler, çünkü insanların aklından her saniye binlerce düşünce geçer gider onlar bunun farkında olmasalar bile. bu insanın yaradılışından gelen bir şey; tıpkı nefes almak, yemek yemek ve su içmek gibi...

''her şeye rağmen  hayat yaşamaya değer. yeter ki, insanlar onu iyi düşünceleriyle geleceğe taşısınlar...''

23 Mayıs 2010 Pazar

21 Aralık 2012: Kıyamet Aldatmacası

21 aralık 2012 Günü artık herkesin bildiği gibi, M.Ö. çok uzun bir süre hüküm sürmüş ve çok üstün bir toplum olarak kabul edilen hatta şu ana kadar bir çok kehaneti doğru olarak çıkmış(!) olan Maya'ların takviminin son bulduğu gün.

Peki nereden biliyoruz mayaların takviminin bu tarihte son bulduğunu?
Mayaların kalıntılarını bulmak üzere kazı yapan arkeologların araştırmalarında elde ettikleri maya takvimi sayesinde...

Evet, buraya kadar her şey iyi hoş ama bir şeyler ters gidiyor?! Çünkü 21 aralık 2012'de mayaların takviminin son bulduğunu gören arkeologlar; ''Şu ana kadar bu Mayaların bir çok kehanetleri doğru çıktı. Takvimlerinin bitiyor olmasının kesin bir tek sebebi olmalı! dünya'nın sonu geliyor!..'' diye bir tez ortaya atmışlar... Kötü haber tez yayılır misali, hızla yayılan bu haber de, bir çok fantastik edebiyat yazarına konu olmuş ve bu konu hakkında kıyamet senaryoları üretmeye başlamışlardır. Bunlardan en bilineni de bir çok yerde karşılaşılabilen(hatta bunun üzerine bir çok kitap yazılan) marduk diğer bir ismi ile Nibiru'nun dünya'ya çarpıp onu yok edeceği!.. bu savlarına kanıt olarak da NASA'nın dahi böyle bir gezegeni doğruladığını ve ona 2001 KX76 adını verdiklerini söylüyorlar...

Peki çok güzel kanıtı da vermişler ama bu kanıt illa doğru olmak zorunda mı? işte aldatmaca burada başlıyor.

NASA'nın sitesine girip güneş sistemindeki gezegenlerin yörüngelerini gösteren özellikte bir programda 2001 kx76 adını yazdığımızda karşımıza direkt olarak bu gezegenin yörüngesi çıkıyor. ama bu gezegen hiç de dünya'ya yakın değil!? Dünya ile Güneş arasında bile 1.00 au'luk* uzaklık varken, Dünya ile 2001 kx76 arasındaki 41.738 au'luk uzaklık heralde dünya'ya ne denli uzak olduğunu açıklayacak nitelikte.

Bir de tarihleri 21.12.2012 yaparak yörünge durumlarını incelediğimizde yine farklı bir sonuçla karşılaşmıyoruz. Her şey normal görünüyor. Hiçbir yaklaşma belirtisi yok. Yaklaşsa dahi(ki yaklaşamayacak kadar uzakta) Plüton'un uydusu Charon'dan biraz büyük bir boyuta sahip Kuiper kuşağında, plüton benzeri gezegenler sınıfında yer alan bu gezegen dünya'ya kıyameti getirecek kadar etki yapamaz. Hatta ateşten olsa dahi nokta kadar yer yakamaz...

İşte bir yazının daha sonuna gelirken, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın ne kadar yanlış bir şey olduğunu bir kez daha irdelemiş bulunduk. Şimdi hayata tekrar geri dönüp en azından 21.12.2012 de ölmeyecek gibi yaşamaya devam edebilirsiniz.

Bu arada olurda 21 aralık 2012'de ölürseniz sakın beni suçlamayın zira bu tamamen bir tesadüf olur. Tıpkı 21.12.2012 tarihinin müslümanlar için de kıyametin kopacağı gün olarak belirtilmiş Cuma günü olması gibi...
--------------------------------------------------------------------------------
*AU: Bir gökbilim terimi.
Güneş ile Dünya arasındaki uzaklık 1 AU olarak kabul edilir.

14 Mayıs 2010 Cuma

Atom Çekirdeğindeki Evren

Evren; gözle değil, mikroskopla dahi görülemeyecek cisimleri, bunların yanında büyüklüğü algılanamayacak kadar devasa yapıları dahi içinde bulunduran sürekli büyüyen, tahmini 13,7 milyar yıllık olan en, boy, yükseklik ve zaman gibi 4 boyutu dahi içinde bulunduran olgu; madde, karşı madde, karanlık madde ve karanlık enerjiden meydana gelmiş bir oluşum ve bu oluşum o kadar şey ihtiva etmesine rağmen kendi içinde o kadar düzenli bir yapıdadır ki insanı ciddi boyutlarda hayrete düşürebilir.

Öncelikle yaşadığımız gezegen olan Dünya'mızın da içinde bulunduğu Güneş sistemimizi inceleyelim... Güneş ve onun çekim etkisi altında kalan 8 gezegen(Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün) ile onların bilinen 166 uydusu, beş cüce gezegen (Ceres, Plüton, Eris, Haumea, Makemake) ile onların bilinen 6 uydusu ve milyarlarca küçük veya farklı gökcisminden oluşur. Bu gökcisimleri kategorisine; asteroitler, asteroit kuşağı ve kuiper kuşağı nesneleri, kuyruklu yıldızlar, göktaşları ve gezegenler arası toz girer.

Güneş sistemi; Güneş'i merkez olarak kabul ettiğimizde, 4 dünya benzeri iç gezegen, küçük, kaya ve metal içerikli asteroitlerden oluşan bir asteroit kuşağı, 4 gaz devi dış gezegen ve kuiper kuşağı denen buzsu cisimlerden oluşan ikinci bir kuşaktan ibarettir. Kuiper kuşağının ötesinde ise seyrek disk, gündurgun ve en son olarak da Güneş'in çekim etkisinde bulunan kuyruklu yıldızların bulunduğu sınırı pek belli olmayan oort bulutu bulunur.
Güneş'ten olan uzaklıklarına göre gezegenler sırasıyla merkür, venüs, dünya, mars, jüpiter, satürn, uranüs, ve neptün'dür. Bu sekiz gezegenin 6'sının çevresinde doğal uydular döner. ayrıca dış gezegenlerin her birinin toz ve diğer parçacıklardan oluşan halkaları vardır. Dünya dışındaki tüm gezegenler adlarını Yunan-Roma mitolojisi tanrılarından alır. Beş cüce gezegen ise; Kuiper kuşağında yer alan Plüton, Haumea ve Makemake; Asteroit kuşağındaki en büyük cisim olan Ceres ve seyrek diskte yer alan Eris'tir. Eris bilinen en büyük cüce gezegendir.İşte tüm ayrıntılarıyla Güneş Sisteminin kendi içinde belli başlı kuvvetlerle oluşmuş, Kepler Yasası vs. ile açıklanmış belli bir düzeni var ve bir çok gök cismini içerisinde barındırıyor.

Biliyoruz ki güneş de bir yıldız; gökyüzüne bakıp da gördüğümüz milyonlarca yıldızdan sadece biri... Her bir yıldızın çevresinde de Güneş sistemine benzer olan oluşumlar var; yani o yıldızın etrafında dönen gezegenler, onların uyduları, asteroidler vs... bir de bu yıldızların milyarlarcasının, pulsarlarların, karadeliklerin, nebulaların,kuazarın, vs. daha bir çok gök cisminin; merkezinde bulunan birden çok karadelik veya çok büyük bir kuazar ile devasa bir çekim gücü oluşturarak bu milyarlarca gök cismini sürekli kendisine doğru çeken hatta onları belli bir yörüngede tutan galaksi(gökada) denilen bir başka gök cismi mevcut. Bizim içinde bulunduğumuz galaksinin ismi de Samanyolu...

Bu galaksi denilen gök cisimleri de birbirlerinden milyonlarca hatta milyarlarca ışık yılı uzaklıkta olmalarına rağmen birden çok galaksi de bir araya gelerek bir Galaksi Kümesini oluştururlar.(Samanyolu ve 24 irili ufaklı farklı galaksinin de içinde bulunduğu galaksi kümesine de yerel küme adı verilmektedir.)

Galaksi kümeleri de bir araya gelerek devasa bir oluşum olan Süper Galaksi Kümesini oluştururlar.

Bu Süper Galaksi Kümeleri bile yapılan araştırmalara göre rastlantısal değil de, izdüşümsel şekilde kağıda çizildiğinde bir örümcek ağınının ana hatlarını oluşturmuş şekildedirler. Süper Galaksi Kümeleri de, örümcek ağına benziyorsa şayet; bu demek oluyor ki Büyük Patlamaya(Big Bang) sebep olan evrenin çekirdeği sayılabilecek bir parçacığın etrafında dönüyor olabilirler... Tabi bu çekirdek de, malesef ki gerçekte hem var hem de yok. Şöyle ki, bir balon düşünelim başlangıçta iki boyutu var yani düzlemsel, bunun orta noktasına bir çarpı işareti koyalım ve şişirmeye başlayalım, işte o şişirme anında balon sürekli genişliyor yani evren gibi ve balonun çarpı koyduğumuz yeri de merkez olsa bile evrenin aslında dışarısında kalıyor...

Görüldüğü üzere mükemmel bir düzene sahip olan bir evren var ve de sürekli genişlediği biliniyor. o zaman da insanın aklına şu soru geliyor; evrenin dışında ne var?.. Hala daha cevaplanamayan bu soruda değişik şekillerde yorumlanabilir tabi ki. Ancak 3 boyutlu evren o kadar garip ki, ışık hızında giden bir uzay aracında içinde, x doğrultusunda sürekli aynı yönde hareket etsek uzun bir süre sonra olsa dahi yine de başladığımız noktaya geri döneriz. Bu da bize aslında evrenin dışına çıkmak yerine aynı noktada etrafında tıpkı dünyanın çevresini turlarmış gibi daire şeklinde döndüğümüzü kanıtlar. Yani evrende bir küre ama dışına çıkılamayacak kadar derin... doğal olarak da insanoğlunun dışını göremeyeceği kadar sonsuz diyebiliriz.

Laf lafı açar misali, konu da konuyu açıyor ya neyse; ''madem bu evren bir küre, o zaman bunun dışındaki şey ne?..'' Yoksa karanlık madde mi var? Henüz kesinleşmese de büyük ihtimal öyle; varsayılan diğer evrenlerle, evrenimizi birbirinden uzak tutan karanlık madde... Ya da yıldızlararası toz bulutu misali bir evrenler arası toz bulutu olabilir, kimbilir...

Evrenin bir dışı olduğuna göre, başka evrenler neden olmasın? Bu konu için de, 21. yüzyılın bilim adamı, yaşayan efsane Profesör Stephen Hawking'in çalışmalarından bir cevap bulunabilir.
- Stephen Hawking'in çalışmalarını bazı kimseler bilim kurgu olarak algılasa da, en iyi bilim zaten kurgulanmış olan değil midir zaten?-

M Teorisi’ne göre, evren 2 boyutlu bran'larla kaplı. Bu branlar için üç boyut, bran’ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir hiper uzay. Üç boyutlu kütlecikler hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, dört boyutlu kütlecikler, beş boyutlu bir uzaya vb. giriyorlar. S. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: ''Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?'' Yanıtını ise şöyle vermiş: ''Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran’dan öte bir şey değil ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü, sürekli yeni evrenler, yeni bran’lar doğuyor. Matruşkalar misali içiçe...

Fizikçiler, bu olaylara kuantum fluktuasyonu adı veriyorlar. Hawking, böyle bir kuvant oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.
Bilim adamı, sürekli bir üst boyuta geçen branlar’la ilgili, insanın başını döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek için, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz?
Hawking’e göre bu soruların yanıtı; Evet!

Stephen Hawking başka bir yazısında da karadeliklerden solucan delikleri ile akdeliklere çıkılabileceğini yazmıştı. Bir nevi zaman makinesi... evrenler arası geçiş olayı; yani paralel evrenler var. Bizim yaşadığımız evrenimize alfa dersek bu bir küre şeklinde ne idüğü belirsiz bir şey içerisinde (belki de üç boyutlu bir bran içerisinde) alfa benzeri bir sürü başka evrenler olabileceği için karadelikler ve akdeliklerden evrenlerarası geçişte hiç mantıksız olmasa gerek.

Peki evrenin haritası çıkartılabilir mi? konuyla alakalı olarak bir hikaye var, paylaşayım aklıma gelmişken biraz daha heyecan katalım olaya...
Bir kozmoloji profesörü evrenin haritasını çıkarmaya çalışmış ve en sonunda başarmış. bu başarısını en yakın arkadaşı olan kimya profesörüne söylemeye gittiğinde, profesörün duvarında asılı duran bir haritayı gördüğünde çok şaşırarak sormuş.
- ne? nasıl yani? sen nasıl oluyor da evrenin haritasını çıkartabiliyorsun?
kimya profesörünün de cevabı gayet etkileyici;
- o evrenin haritası değil ki, atomaltı parçacıklarının elektron mikroskobundaki fotoğrafı...

Evet, ilginçtir ki evrenin haritası, atomaltı parçacıklarından daha küçük taneciklerin mikroskop altında görüntüsü ile aşırı bir benzerlik içerisindedir. Görüldüğü üzere aslında evren ne kadar büyük olsa dahi; bir atomaltı parçacık kadar da küçük olabilir!.. Tıpkı matruşkalar gibi sürekli içiçe geçmiş bir düzen... atomaltı, çekirdek, atom, vb. ...peki ya neyin atomu?

Hazır benzerlikten konu açılmışken, bir nöron ile evren arasındaki benzerlik...
Acaba herkesin aklında nöron sayısı kadar evren mi var? insan beyninin bilgi alma kapasitesi bu yüzden mi uçsuz bucaksız?..

Yazıma burada son verirken, aradığımız sorulara cevap verelim derken Lost dizisi mantığı misali daha çok soru oluşturup sizi de farklı şeyler hakkında düşünmeye zorladığım için kusura bakmayın, evren böyle sofistike bir yapı işte, içinde olup onu algılayamamak; tıpkı insanın içinde bulunan ruh gibi; O var ama nasıl bir şey olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyoruz...

Yakamoz - Denizin Ateş Böcekleri

Noctiluca scintillans adlı ufacık tefecik ama içi biyolüminesans* maddesi ile dolu olan plankton*ların deniz yüzeyinde adeta bir floresan lamba yanıyormuş gibi oluşturduğu etkidir. Adeta doğanın insana sunmuş olduğu müthiş bir görsel şölendir.

Bir çok kişinin yanlış bildiği bu doğa olayı, sanıldığının aksine Ay'ın deniz üzerinde oluşturduğu bir etki değildir. bilakis ay, yakamoz ışığının görünürlüğünü azaltarak onunla negatif bir etkileşim içerisindedir.

Yakamoz Nasıl oluşur?
Yakamozun oluşma mantığı şöyledir; Noctiluca scintillans adlı plankton türü, geceleri vertikal göç* hareketi yaparak beslenmek amacıyla denizin pelajik* bölgelerine çıkarlar. bölgeden geçen balık sürülerinin veya gemilerin de farketmedikleri küçüklükteki (200 - 500 mikronmetre) bu canlılara çarpmasıyla, biyolüminesans maddelerini devreye sokan planktonik organizmalar, çarpmanın etkisine tepki olarak etrafa ışık saçarlar. İşte tam bu anda da deniz yüzeyinde sanki Ay'ın ışığı denize yansıyormuş gibi beyazımsı bir çizgi şeklinde görüntü ortaya çıkar. İşte bu özellikleri sayesinde, Noctiluca milliaris'ler denizin ateş böcekleri
olarak da anılırlar.

Yıllardır; onlarca şaire, şarkıcıya konu olmuş yakamozun böyle bir karmaşık bir olay örgüsü sonucunda oluştuğunu ve olayın görünen kısmının bu kadar romantik bir hava oluşturabileceğini kim tahmin edebilirdi ki...
----------------------------------------------------------------------------------
*Biyolüminesans: canlı bir organizma tarafından kimyasal bir reaksiyon esnasında kimyasal enerjinin ışık enerjisine dönüştürülerek ışık üretilmesi ve ışık yayılmasıdır.

*Plankton: Suda serbest halde yaşayan, hareket organelleri olsa bile sınırlı hareket edebilen ve bu nedenle su hareketlerinin etkisiyle az çok pasif olarak yer değiştiren tüm canlı organizmalara verilen addır. Geneli mikroskobikte olsa makro boyutlarda olanları da mevcuttur.

*Vertikal Göç: Işığı sevmeyen planktonların gece saatlerinde, beslenmek için derin sulardan yüzey sularına dikey şekilde hareket etmeleri olayı.

*Pelajik: denizi, zeminden yüzeye kadar tabakalara ayırdığımızda en üstte kalan kısmı.

2 Şubat 2010 Salı

Kayıp Kıta "Mu"


1825 yılında Jersey/İngiltere'de doğmuş olan Augustus Le Plongeon, dünyanın en ilginç arkeolojik bulgularına ulaşmış ilk şanslı kişidir.

Meksika'nın doğusundaki Yucatan'da yaptığı araştırmalarda Maya uygarlığının eski yazıtlarını, eserlerini incelemiş ve bunları fotoğraflarla belgelemiş; bulduğu yazıtların Mısır hiyeroglifleri ve Yunan harflerinden bile eski olduğunu farketmesi de pek uzun sürmemiş ve kendinden önceki bir arkeologun da bildiği bir kaç bilgiden faydalanarak bu yazıtların De Landa alfabesinde yazıldığını anlamış; akabinde de araştırmalarıyla ulaştığı kendi bilgilerinden faydalanarak biraz biraz okumaya başladığında Mu adında batık bir kıtadan bahsedildiğini ilk keşfetmiş kişi olmuştur.

Bu sıralarda 1851'de İngilterede doğmuş ve İngiliz araştırmacı ve aynı zamanda da asker olan Mason James Chuckward'da tarikattan tanıdığı(Mason tarikatı) bir arkadaşını ziyaret etmek ve de askeri görevi olarak gitmesi gerektiğinden Hindistan'a ve Tibet'e gitmiştir.

Tibet'te bir mabedin baş rahibi olarak görev yapan Rishi, Chuckward'a sadece masonların bildiği sırlardan birisini vereceğini ve bunun dünya'da çok az kişi tarafından bilindiğini söyler ve onu mabedin mahzenine götürür. Mahzene indiklerinde neredeyse 15 bin yıllık Naacal Tabletleri'ni Chuckward'a gösteren baş rahip, yazılarını da okumayı bildiğini söyler ve güvendiği için Chuckward'a bu yazıtları okumayı öğretir. Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırma gezilerine başladı...
Tabetlerde genelde "kıtamız battı ve bizde neslimizi devam ettirmek üzere buralara kaçtık." ve "eserlerimizi(inka, maya benzeri yapılar) tekrar inşa ettik."

Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avusturalya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı Meksika'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika’da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu. Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika’ya gitti ve Tibet’te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserleriri yazdı.

Churchward ve Niven’in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. Churchward’a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur.

Mu uygarlığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır. Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.

Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika’da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu’nun kolonileşme ve uygarlığının temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.

C14 (karbon 14) deneyi ile 15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar bir araya geldi. Bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları kıtayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.

Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösterme açısından bir başka kaynaktan yararlanırsak, Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı." Birden her yer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulaktan sağır eden bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Her yer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı...

Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanı sıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.

Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora’nın yok oluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, Mu Dinine göz atalım.

Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen Ra Mu idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da “Güneş İmparatorluğuydu. Mu dilinde Ra kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu’nun kolonisi olan Mısır da da güneş tanrıya Ra adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya’da da imparatorun unvanı “Güneşin Oğlu” dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır. İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan Naacaller bulunuyordu ve yönetici sınıfı teşkil ediyordu. Kutsal Sırlar Kardeşliği'nin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları Mu Dini, belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.

Naacaller’in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tannnın geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani “Ra” idi. Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırıimış iddialann ve güneş kült'ü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.

Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.

Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapanımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu’nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.

Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü açıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.

Mu dini sembollerinin en önde geleni, Mu Kozmik Diyagramı'dır. Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, Ra'nın, yani tek Tanrının kolektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, iç içe geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün bir arada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remz eder.
Her ikisinin bir arada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın her bir ucu bir fazileti remz wder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.

Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan’a ulaşmak zorundadır.

Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay’dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında boğazların bulunduğu adalar topluluğudur. Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sürur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remze der. Bu sembol, Osiris iIe önce Atlantis’e buradan Hermes ile Mısır’a, Mısır’dan Yunanistan’a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.

Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek âlındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır’ın Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller’in uyguladıkları törenden daha farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer kavramlarına geri dönersek;

Mu dininin dört temel kavramı vardır:

1- Tanrı tektir. Her şey ondan var olmuştur ve ona dönecektir.
2- Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmelliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
4- Mükemmelliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir.

Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstat rahiplerin bu aţamaya ulaţabileceklerini kabul ederler.

Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaostan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, dört büyük inşaatçı, dört büyük mimar, dört büyük geometri üstadı olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman; ateş, hava,su ve toprak'tır.

Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, dört baş melek olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızlar sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. Hz. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.

Rishi’nin Churchward’a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi’nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward’ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor...

Bilim dünyası, gerek Churchward’ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis’in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.

Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen Homo Erectus yerini, düşünebilen insan 'Homo Sapiens'e bırakmıştır. Homo Sapiens’in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.

Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.

M. K. Atatürk, 1930’lu yıllarda James Churchward’un kitaplarından haberdar olur olmaz onun kitaplarını getirtmiş ve içerdiği bilgileri en kısa zamanda öğrenebilmek için bu kitapları 60 çevirmene kısım kısım taksim ederek hızla çevirtmiştir.

Ardından Tahsin Mayatepek’i Meksika’ya elçi olarak göndermiştir. Meksika’da Maya kültürünü inceleyen Tahsin Mayatepek, incelemeleri sonuncunda çok sayıda sözcüğün Türk ve Maya dillerinde aynı olduğunu saptamıştı. Bu sözcüklerden biri de Türkçe'deki tepe sözcüğüydü. (Maya dilindeki karşılığı tepek idi ve tepe anlamına geliyordu). Bunun üzerine M.K. Atatürk Meksika’ya elçi olarak atadığı Tahsin beyin soyadını “Mayatepek” olarak değiştirmiştir. Fakat Tahsin Mayatepek'in iki kültür arasında bulduğu ortak noktalar sözcüklerden ibaret değildi; her iki kültür arasında, Mayalar’ın ayyıldızlı davullarından, Şamanik kültüründen, kilim desenlerinden, sembollerinden tüy takma alışkanlıklarına kadar pek çok ortak nokta mevcuttu. Tahsin Mayatepek, çalışmalarını belge ve fotoğraflarla 3 ciltlik bir defter halinde toplayarak Atatürk’e gönderdi. Bunların ikisi 1970’lere kadar TDK kütüphanesinde bulunuyordu (No:57-56) Üçüncü defter kayıptır. Bu defterlerde dini tören, ibadet ve tapınaklarda da benzerlikler bulunduğu belirtiliyordu.

Mu'luların göç yolları üzerinde Anadolu da bulunması ve geldikleri yerlerde türkçe de baba anlamına gelen "Ata" kelimesinin o yol üzerindeki bir çok bölge de sadece minicik değişikliklere uğraması ve bunun gibi bulgulara dayanarak Türk'lerin ilk varolduğu yer Mu kıtası olduğu öne sürülüyor.

Ancak günümüzün Yer Fiziği Bilimi’nin kabul ettiği gerçeklerin dışında Büyük Okyanus’ta Mu Kıtası isimli bir kıtanın var olduğunu ve sulara gömüldüğünü kabul etmek yerine dünyanın çeşitli yerlerinde bazı eski uygarlıkların olabilirliğini kabul etmek, Yer Fiziği bilimine ters düşmemek için daha uygun olacaktır. (B. Albert 1991) Bir uygarlığa bilimsel ilerleme yoluyla kendi kendini mahvedebilecek düzeye varabilmesi için ortalama 10.000 yıl tanırsak bizim uygarlığımızdan önce de dünyada bir ya da daha çok uygarlığın gelmiş geçmiş olması için yetecek zaman payı vardır. Belki teknik yönden ilerlemiş her uygarlık er geç, rastlantı eseri ya da bir planlama sonucu olarak atom gücünü keşfedecek (bizim için 10.000 yıl sürdü) ve keşfedince de ya bu büyük gücü kontrol altında tutabilmek ya da uygarlığın mahvolmasını göze almak gibi bir ikilemle karşı karşıya gelecektir. Eğer böyle bir dünya uygarlığı gerçekten vardı da kendi mahvını kendi yaratarak yok olduysa bunun anıları elbette destanlarda bulunacak ya da bilinmeyen bir çağa yorumlanan anakronistik kalıntılarla anlaşılmayan dev harabelerle kendini belli edecektir.

Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek Mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward’un ve Mu varsayımını destekleyenlerin Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:

* Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.
* Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan,üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı.
* Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.
* Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür.
* Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu’ydu.
* Mu dininin öğretimini Naakaller adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.
* Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu.
* Atlantis’teki din Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildir.
* "Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.
* Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı...
* Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler.
* Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu'lularda olağan yetenekler olarak mevcuttu.(Bu, Churchward’un değil, bazı izleyicilerinin görüşüdür.)
* Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır. (B.Ruhselman’a göre)
* Türklerin anavatanı mu kıtasıydı.
* Mısır piramitlerini, Atlantis'teki muhteşem yapıları, inka ve maya piramitlerinin hepsini MU kıtası battıktan sonra oradan kaçıp göç eden üstün zekalı insanlar yapmış olma ihtimali var.
* ve de son olarak henüz bir kaç yıl önce Japon dalgıçların Pasifik'te, Yonaguni Jima açıklarında, deniz dibinde keşfettikleri (Mu'dan kalma) devasa piramit...
(p.s.: Bir çok kaynaktan derlenmiş bir yazıdır.)